Geçen sene kaleme aldığım “Spor Marka” dizisinde kulüp yöneticilerimizin hedef-strateji-uygulama bağlamında bir çeşitlemeye gidemediğini, oyun alanlarının transfer-hakem-basın üçgeni dışına çıkamadığını yazmış ve diziyi “bu sene de hakem tartışmaya devam” diye bitirmiştim. Sezon geldi geçti, transferler, hakemler ve basındaki polemikler dışında fazla bir şey gündeme gelmedi ama son dakikada hayırlı bir
Hmm galiba hayır! Çünkü bu, daha önce yaşadıklarımızdan farklı, yapısal bir kriz. Sanayi devriminden bu yana sorgulanmadan varlığını sürdüren, sanayiye bağlı büyüme ve istihdam modelinin tıkandığı günleri yaşıyoruz. O yüzden daha öncekiler kadar can yakan türden bir kriz yaşamadık. 2009 yılında, 2001 krizinde olduğu gibi İstanbul’da yollar boşalmadı, dev gruplar
Derecelendirme kuruluşlarının olumlu raporlarına ve hükümetin iyimserliğine rağmen şahsi gözlemleriniz piyasalarda işlerin iyi gitmediği şeklindeyse, Ülkede daha fazla fabrika kurmanın işsizliğe çözüm getirmeyeceğini düşünüyorsanız, Daha fazla süpermarket ve alışveriş merkezi açmanın da işi çözmeyeceğine, hatta sıkıntı yaratacağına inanıyorsanız, Geçen yıl yapılan “Al Ver, Ekonomiye Can Ver” türü kampanyalarının tam amacına
Karl Marx sanayi toplumundaki temel çelişkinin patron ile işçi (burjuvazi-proleterya) arasında olduğunu söyledi ve yirminci yüzyıla damgasını vuran sağ-sol bölümlemesi bu temelde şekillendi. Ekonomik temelli bu segmentasyonun geçmiş dönem versiyonları; köle ile sahibi ve feodal ağa ile köylü arasındaki çelişkiler olarak tanımlanır. Marx’ın temel aldığı diyalektik bakış, bu çelişkileri tarihin
Futbolumuzun mevcut halinden memnun olmadığımı değişik ortamlarda ifade edip duruyorum. Ligin bir hedefinin ve stratejisinin olmaması, kulüplerin yönetim zaafları, İstanbul merkezliliğin getirdiği kısırlık, altyapıdan adam yetiştirmek yerine yurt dışına ciddi paraların akıtılması, hakemlik müessesesinin bitirilmesi, pazarlama odaklı bakış eksikliği genel hoşnutsuzluk konularım. Esas itibariyle Türk futbolunda anlamlı bir marka yönetimi
İki binlerin yıldız markası Starbucks’un yaşadığı erken sıkıntılar, pazarlama dünyasının önemli tartışma konularından biri oldu son dönemlerde. Muhtelif görüşler dile getirildi. Yine geçen hafta bir ekonomi dergisi, ABBATE markasının “heder edilişinin” öyküsünü kapaktan inceledi. Yönetim hataları ve politikayla bağlantılı konular öne çıkıyordu. TOYOTA’daki sıkıntılar da Economist’e kapak oldu çok yakında.
SORULAR: 1- Sektörde personel transferlerine çok sık rastlıyoruz. Siz ise “çekirdekten” yetiştirmeye odaklı bir yönetim politikası izliyorsunuz, neden? Bu zor yol benim öncelikli tercihim değil, piyasanın dayatması. Markam’ı kurduktan sonra doğal olarak “kolay” yolu seçtim ve sektör deneyimli profesyonellerle tam zamanlı veya proje bazlı işbirlikleri kurarak ilerlemek istedim. Emel
TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanlığı’na adaylığımı burada alenen deklare ediyorum. Aday listesine baktım ve benden iyisini bulamayacaklarına karar verdim. Neden mi? İşte sebepleri: Yıllardır Türk sanayicisine hizmet veriyorum. Ülke sanayicisinin ve iş aleminin sorunlarını benden iyi kimse bilemez. Kırk yıllık sanayicilerin giderek sanal sektörlere kaydığı günümüzde gerçek “sanayiciyi” çoğundan daha iyi
“Reklama verdiğim paranın yarısı boşa gidiyor ama hangi yarısı olduğunu bilmiyorum” veciz lafı sektörümüze yönelik ilk güvensizlik ifadesi olabilir. Yetmişlerde “positioning” kavramını hayatımıza sokan gurular da iddialarını “iletişim bombardımanı/sağanağı” terimleriyle ve çarpıcı rakamlarla desteklediler. Son yıllarda ise reklamların çoğunun bir işe yaramadığını iddia eden yazı ve kitapların sayısı geometrik olarak
Pazarlamanın satıştan farklı bir şey olduğunu Türkiye iş dünyası seksenlerin sonunda anlamaya başladı. P&G’nin memlekete gelişi milattır. Doksanlarda “Brand Management” bir meslek olarak duyuldu, iki binlerde oturdu. Tüm dünyada olduğu gibi bizde de işin öncü sektörü dayanıksız tüketim (FMCG) idi. Bunu dayanıklı tüketim ürünleri, teknoloji, bankacılık ve diğer hizmetler takip