Geçen ay yapılan Lovemarks konferansında salondaki Beyaz Türkler aşk markaları olarak Hürriyet’i seçti. Benim de aralarında bulunduğum jüri ise Arçelik’i tercih etti ama haberlerde Hürriyet ile birlikte anıldık. Yine geçen ay burada kendimce “başkasının ağzıyla” kaleme alıp eğlendiğim yazımda Hürriyet’le ilgili yaptığım espri (haliyle) herkes tarafından anlaşılmayınca konu hakkında iki
Ne oldu nasıl oldu bilmiyorum ama şu an itibariyle ülkemizin iki büyük gazetesinde reklam eleştirisi ya da iletişim yazısı (adı her neyse) yayınlanmıyor. Bu can sıkıcı durumun camiada yaratacağı boşluğu doldurmak amacıyla ve de reklamcının sırtından sopayı eksik etmemek kaygısıyla hemen durumdan vazife çıkardım. Bugün bu köşede reklam eleştireceğim. Sıradanlıkla
Martin Lindström adını bir kaç yıl önce “Brand Child” konferansı ve kitabı vesilesiyle duymuştum. Danimarkalı bir yeni yetmeden fazla beklentim olmadığı için konferansa gitmemiştim ama katılanlar olumlu şeyler söyleyince kitabını almış, kısmen okumuş ve de bazı projelerde yararlanmıştım. Sonra da kendisinin “çocuklara yönelik pazarlama” alanında uzmanlaştığını, uluslararası dev şirketlere danışmanlık
Son koltuk takımımızı on dört sene önce, evlilik hazırlığı yaparken gezdiğimiz mobilyacılardan birinden almıştık. Mobilyacıyı hatırlamasam da modelin adını unutmuyorum; Mustafa. Bir koltuk serisi için o dönem de oldukça garip bir isimdi. Tesadüfen o günlerdeki yöneticilerimden birinin adını taşıyan bu koltukların üzerinde on dört yıl boyunca tepindik, sekiz sene kadar
Evren’in Dokusu Mekan olarak algıladığımız şey aslında bir “doku”. Kainatın sonsuz bir boşluk değil de her santimetrekübünün dolu ve sürekli büyüyen bir doku olduğunu, içindeki kütlelerin bu dokuyu gerdiğini, uzayı eğdiğini ve kütle çekim gücünün de bu yokuş aşağı gitme vaziyeti olduğunu, yani evrenin yamuk ve iki nokta arasındaki en
İş hayatına girdiğim 1985 yılından bu yana yedi günden uzun bir tatil yapmadım. Açıkçası son zamanlara kadar ihtiyaç da duymadım. Ancak bu sene yorgunluktan mı yaştan mı bilemiyorum, “aşağısı kurtarmaz” düşüncesiyle (ne zamandır) iki haftalık bir tatil tezgahı peşindeyim. Siz bunları okurken muhtemelen dönmüş olacağım. Müşterilerime “dinlenmiş bir zihin sonuçta
Marketing Türkiye’nin Haziran sayısında benimle yapılan ropörtajda ülkemizdeki markalaşma çabaları hakkında karamsar bir tablo çizdim. Tesadüfen o günlerde TRT2’de yapılan bir mülakatta Bahar Korçan’ın da tespitimi desteklediğini gördüm. Bahar Hanım, hazır giyim sektöründe oldukça ciddi çaba sarfedip tam umduğunu bulamayan bir profesyonel olarak benden de karamsar bir tablo çiziyor ve
Mühendis kökenli bir pazarlamacının (ben oluyorum) temel fizik formüllerinden ilham alıp ürettiği özlü sözlerdir. Güncel bir mesaj kaygısı taşımamaktadır. Formül Özlü Söz Sürat (Speed) = Alınan mesafe/süre (metre/saniye = m/sn) Süratli olman, bir mesafeyi iyice bir sürede gittiğini gösterir. Bir “yönün” ve “ağırlığın” olduğu anlamına gelmez Hız [vektörü]
Markaların geleceğini teknik anlamda yıllardır sorguluyorum. Bir süredir bunun sektörlerin, ekonomilerin ve de giderek dünyanın geleceğiyle olan bağlantısı daha ilginç bir konu haline geldi, ona kafa yoruyorum. Kimilerince söylendiği gibi eğer kapitalist sistem bir tıkanmaya doğru gidiyorsa bundan öncelikle markalar ve marka iletişimi etkilenecek..Yani soru buysa; bize giren-çıkan var. Karmaşık
Yarı yarıya İngilizce konuşulan bir sektörde yıllardır olabildiğince Türkçe konuşmaya ve yazmaya çalışırım. 1991 yılında bu dergide çıkan ilk yazımın başlığı “Bir insan ilişkileri uzmanı; Marka Yöneticisi” idi. Marka Yönetimi, Değer Önerisi gibi terimler artık daha sık kullanılıyorsa bunda payım vardır. 1997 yılında Marka Yönetimi Terimleri Sözlüğü yazdım. Küçük bi