Çocukken bize öğretilen resmi tarihe şüphe etmeden inandım. Büyüyünce tarihin “yazıldığını” anladım. İletişimci gözlüğünü takınca tarihin güç sahipleri tarafından ihtiyaca göre yazıldığını idrak ettim. Ve bu yaşımda author ile authority arasındaki ilişkiyi keşfettim. Dünyanın yakın tarihini batı yazdı. Özellikle bugün yerleşik olan yargıların çoğu 18 ve 19. yüzyılda
Solculuk, geniş kitlelerin çıkarları için kendi durumundan fedakarlık edebilecek, paylaşımcı, sorumluluk sahibi ve (genelde) tuzu kuru insanların işidir. Solcular ağırlıkla okumuş, aydın, rasyonel kişiler olup en temel çelişkileri halka hitap etmeyi “popülist” bulmalarıdır. O yüzden genelde millet ile aynı dili konuşamazlar. Sağın ortalığı iyice batırdığı dönemlerde ve/veya sıra dışı liderlerle
Bu topraklardan dünya markası çıkar mı? başlıklı kitabımda küresel şans verdiğim markalarımızı listelemiştim. Geçen on yılda fazla sürpriz yaşamadık. Öte yandan, Turquality gibi bir destek programı çıkmasına rağmen gelişme umduğumdan yavaş oldu. Özellikle de hazır giyimde. Güncel listem aşağıda. Sıralamada ciro, büyüme, sektörün rekabet şansı, fikrin sağlamlığı ve kurumdaki markalaşma
Dünyanın bir çok yerini gezdim, iki şehirde çok sıkıldım; Zürih ve Toronto. Birine seksenlerde, diğerine doksanlarda gitmiştim. İlla ki zamanla değişmişlerdir (ancak olumlu yönde mi bilemem). Bunlar çok modern şehirlerdi ama beni sıkan hayatın durağanlığı, heyecansızlığıydı. Ruh yoktu. Bu yüzden İskandinavya’ya da hiç gitmedim mesela. İstemedim. Sonra, birkaç yıl önce
Marka Kent konusu son on yılda ne kadar çok ve ne kadar boş konuşuldu. Şimdiye kadar sadece bir adet bilimsel çalışma yapıldı, o da uygulanmadı. Yapılanlar klasik belediyecilik yatırımları, markalaşmayla, odaklanmayla, bir tercih ve vazgeçmeyle ilgisi yok. Kavşak yaptık, marka olduk. İletişim adına yapılan da folklor gösterisi, yerel ürünler panayırı.
Cüneyt Arkın anlatmıştı bir söyleşide. Kariyerinin zirvesinde olduğu günlerde Hollywood’dan teklifler almış ama oralara gidip lisan öğrenmek, yeni bir hayat kurmak zoruna gittiği için reddetmiş. Başta ters geliyor ama biraz düşünüp empati kurunca anlayabiliyorsunuz. Abi dünyanın en güzel şehrinde yaşıyor. Muhtemelen boğaz manzaralı evi, mutlu bir ailesi var. Fazla kasmadan,
Son iki yılda, 11’i benim için yeni olmak üzere 15 farklı ülkeye (bazılarına birkaç kez) Türk markaları adına gittim. Binlerce satış noktası, bayi gezdim. Gittiğim her ülkede reklam ve medya ajansları, araştırma ve pazarlama hizmetleri şirketleriyle görüştüm. Bu ülkelerle ilgili kısa yorumlar yapıp sonra bir noktaya gelmeye çalışacağım. Libya’ya
Önce logo vardı. Markayı genelde logo temsil eder, güzel logolar yapanlar fark yaratırdı. Sonra yanına bazı semboller geliştirildi. Lastik adamlar, palyaçolar, ayıcık ve sincaplar da markaları anlatmaya başladılar. Aynı dönemde güzellik de bazı uzuvlar tarafından temsil ve tarif ediliyordu. İri menekşe gözler, kalın kiraz dudaklar, bazı iri organlar… Bunlardan biri
Sanatın Destekçileri Eskiden cepçilere GSM operatörü derdik. GSM teknolojisi eskiyip üstüne Türk Telekom da koroya katılınca kategori klasik tanımlara sığmaz oldu. Üstüne onca ürün, tarife, hizmet, mesaj… Ortalık iyice karıştı. Kolay değil. Rekabetin kirlettiği ortamda, kendi mesajlarını ayrıştırmak için haliyle en ünlülerle, en iyilerle çalışmaları lazım. O hafta en popüler
İyi pazarlamacı en “commodity” sayılan tuz, şeker, su, akaryakıt gibi ürünlerde bile farklılaşma fırsatları bulup markalar yaratır. Bu fırsatları da genelde pazar bölümleme, yani segmentasyon çalışmaları neticesinde yakalar. Her pazarı sonsuz sayıda kritere göre bölümleyebilirsiniz. Ne kadar özgün ve uygun bir bölümleme yaparsanız o kadar başarılı konumlandırma fikirleri bulursunuz. Yıllar