Son yıllarda eski Sovyet coğrafyasını gezip duruyorum. İş amaçlı seyahatler bunlar ama beni bilen bilir, bir yeri görmek istiyorsam oralarda iş uydurmada çok becerikliyimdir. Eski Sovyet coğrafyası ilgimi çekiyor çünkü oraları gezdikçe hayretler içinde kalıyorum. O kadar büyük bir alanda yapılmış standart altyapı yatırımları, olağanüstü bir merkezi planlama, eğitim-sağlık vb. konularda elli sene önce atılmış adımlar çarpıcı ama bence en ilginci Romanya’dan Kırgızistan’a kadar geniş bir alanda Rusça’nın yetmiş sene boyunca ana dil olması. İnanılır gibi değil. Dünyanın en büyük sömürgecisi İngiltere bile kendi dilini yaygınlaştırmada buna yakın bir skor elde edememiştir.
Bu konulara olan şahsi ilgimin bir sebebi de eskiden sosyalizm rüyasına inanmış olmam. Lise yıllarıma tekabül eden 1977-1979 yıllarında Devrimci Yol militanıydım. Sonra hareketten soğudum çünkü Türkiye’de bizim uğruna canımızı tehlikeye attığımız halk ile hiçbir bağımız yoktu. Gençlik hareketiydik. 12 Eylül’den bir sene önce, yani Eylül 1979’da ayrıldım. Sonra da aktif siyasetle işim olmadı ancak gençlik ideallerimin geçirdiği evrim ilgimi çekiyor haliyle.
Komünist ülkelerle ilk temasım 1983 yılında gerçekleşti. Ailece yaptığımız bir Avrupa turunda Yugoslavya, Bulgaristan, Romanya ve Macaristan’ı İtalya, İsviçre ve Avusturya ile kıyaslama şansım oldu. Gördüğüm ve sonrasında yazdığım kabaca şuydu; Komünist ülkelerde herkesin hayatı garantide, herkes geçimini sağlıyor, herkesin evi var, araba almak olanak dışı değil… Ama insanların bir Nescafe için, bir Marlboro sigarası için yapmayacağı yok. Bize, kıçımızdaki kottan basit Renault arabamıza, arabamızın içindeki sakızdan Coca Cola’ya duydukları hayranlık ve özenti inanılmaz…
Romanya’daki marketlere girince annem ağlamaklı olmuştu “bu garibanlar bunlara mı mahkum” diye. Kaldı ki 1983’te Türkiye tam dışa açılmamıştı, bizdeki imkanlar da kısıtlıydı.
1989 yılında da Çin’e gittim. Çinlilerin tek tip elbiselerden kurtulma azmi ve kararlılığı inanılmazdı. Pazarlarda çok dandik batılı kıyafetler vardı ama Çinliler onlar için deliriyordu. 2010 Moskova ziyaretimde de tema değişmedi. Dünyanın en gelişmiş metro ağlarından birine sahip olan Moskovalılar bir yerden bir yere arabayla gitmeyi tercih ediyorlar, metroyla on dakikada gidilecek yerlere üç saatte gitmeye üşenmiyorlardı. Bugün, Azerbaycan ve Romanya’daki marketlerde bizden daha fazla et, şarküteri, içecek vb gıda ürünleri olmasının altındaki motivasyon da, zamanında annemi ağlatan iç görü de aynı. Ve bunlar hiç de basit şeyler değil.
Özetle, Sovyetleri tasarlayan aydınlanmacı akıl insanların temel ihtiyaçlarını belirlemiş, bu temel ihtiyaçları en iyi şekilde karşılamış. Herkese çok iyi eğitim vermiş. Çok ilkel tarım toplumlarından entelektüel sanayi toplumları üretmiş ama tüm bunlar yetmemişti. İnsanlar bir şişe Coca Cola için tüm bu garantilerden vazgeçebilmişti.
En son Kırgızistan ziyareti sonrasında yukarıdaki başlığı atıp bu yazıya başlamıştım ki üstadım ve arkadaşım Cemalettin Nuri Taşcı’nın da aynı konuya dokunduğunu gördüm. İyi tesadüf oldu. http://www.politikapolitik.com blogundaki “Kim Yaşasın” başlıklı yazısında Coca Cola’nın varlığıyla ilgili kararı kimin vermesi gerektiğini anlatıyor.
İkisini üst üste okursanız biz pazarlamacıların hiç de hafife alınmayacak bir iş yaptığı görüşüne ulaşabilirsiniz. Ya da bu milletin ne yapması, ne tüketmesi, kime oy vermesi gerektiği konusunda aydınlık akıllar üretmeye devam edersiniz.