Seksenli yıllarda esen liberal rüzgarlarla KİT’lerin verimsizliği, özel sektörün enerjisi ve rekabetin güzelliği konularında eğitildik. Sonra da bunlar hayatımız girdi ve ülkemiz dünyaya açıldı, özelleştirmeler yaşandı, her alanda rekabet arttı. İhracat, sanayileşme ve kentleşme neticesinde milli gelir de arttı. Dolayısıyla 1980-2010 arasındaki ekonomik politikaları pek sorgulanmadı. Ancak son dönemde bir şeylerin iyi gitmediğinin de herkes farkında. Biz ülke olarak orta gelir tuzağına takıldık, enflasyonu düşüremiyoruz ve dünya da daha iyi bir yere gitmiyor genel olarak.
2008 küresel krizi sonrasında kapitalizm, serbest rekabet, gelir paylaşımı gibi konular artan oranda tartışılır oldu. En son Davos’ta da gördüğümüz kadarıyla ekonomilerdeki “büyüme” ezberi sorgulanıyor, yeni gelişmek endeksleri filan üretiliyor. Şu an hep büyümemiz gerekiyor çünkü gelir adil dağıtılmıyor. Ekonomi atıyorum yüzde üç büyüyorsa bu para en zengin kesime gidiyor, alttan gelen talep artmıyor ve toplumsal huzursuzluk yükseliyor. Yani şöyle yüzde sekiz on büyüyeceksin ki hem en tepedeki %1 mutlu olsun, hem de halk. O zaman da artan tüketim, obezite, kimyasal kuşatma, doğa katliamı, gezegenin geleceği gündeme geliyor. Muhtemelen ekonomi %1 büyüyüp gelir adil dağılsa, daha yaşanabilir ve sürdürülebilir bir dünyamız olacak.
Neyse, boyumuzu aşan konuları bırakıp alanımıza dönelim. Aşırı rekabetin zararlarını basit bir örnek ile anlatacağım; Orta büyüklük ve gelir seviyesinde bir mahallede bir-iki market varsa, bunlar yüksek marjlarla satış yaparlar. Hele ikisi anlaşırsa fiyatlar iyice şişer. Makro seviyede tekel-oligopol piyasası olarak adlandırdığımız bu durum tüketici çıkarları için de enflasyon için de iyi bir şey değildir. (Bkz. Seksenler) Eğer aynı mahallede dört-altı market varsa daha iyi bir rekabet ortamı olur. Bunlarda biraz da pazarlama nosyonu varsa aynı yerde itişip kakışmak yerine biri üst, diğerleri orta, alt segmentleri sahiplenir. Kimi manava, kimi alkole, kimi şarküteriye ağırlık verir. Bu durumda tüketicinin tüm ihtiyaçları karşılanmış olur, fiyatlar da uçmaz. (Bkz.ikibinler)
Böyle bir piyasa, örneğin Almanya’da bu şekilde sürer gider. Yasal otorite o mahallenin ekonomik kapasitesini bilir ve sayıyı kontrol eder, girişimci de gözü kapalı işe girmez. Türkiye’de ise “bu mahallede market işinde ekmek var” diye düşünen herkes market açmaya başlar. Market sayısı onu geçince de bakın neler olur:
Bazıları müşteri çalmak için fiyatları rasyonel olmayan seviyelere düşürür. Bu oranlar, performansa kar-zarar tablosundan bakanlar için sürdürülebilir değildir ama olaya nakit akış tablosundan bakanlar (ki Türk esnafının çoğu böyledir) dert etmez. Kar etmese de vadeler uzar, krediler büyür, vergi afları filan zaten hiç bitmez zaten ülkede…
Bu durumda karlılıklar azalır. İşten çıkarmalar, sigortasız çalıştırmalar, yasa dışı fazla mesailer, faturasız satışlar başlar. Devlete zaten gelir vergisi ödemeyen bu kesim KDV bile ödeyemez olur.
Sonrasında iflaslar yaşanır. Her iflas bir sürü tedarikçi, çalışan ve devlet için ciddi kayıp demektir.
Öte yandan, market sayısı arttıkça mahallenin gayrimenkul zenginleri iyice havalara girer. Mağazalar gerçekçi olmayan paralara kiraya verilir. Tabi bu sürdürülebilir bir durum değildir ama mal sahibi burnundan kıl aldırmaz. Dükkanlar açılır kapanır, yer değiştirir ve bir düzensizlik, ahlaksızlık sürer gider. (Bkz. günümüz Türkiye sokakları)
Toplamda mahallenin tüketim kapasitesi üzerinde alım yapan marketler bu stokları çeviremez. Sebzeler bayatlar, gıda ürünlerinde ciddi iadeler olur, kampanyalarla bu bayat mallar millete ittirilir ve sonuçta bazı ürün fiyatları şişer. Gıda ürünlerinde yüksek enflasyonun bir sebebi kısıtlı ve verimsiz arz ise bir diğer sebebi de verimsiz dağıtım sistemidir. Merak eden gidip Almanya’da ALDİ raflarına baksın, bayat ürün var mı diye?
Bu örnekler sanayiden gayrimenkule, özel üniversitelerden hastanelere her alana çoklanabilir ve aynı sonuç çıkar. Yani bizim memleketteki “yatırım” ezberini bozmanın zamanı çoktan geçti ama bu konuda bir ışık filan da göremiyoruz. Perakende kapasitesi ve sınırı konusu bir TOBB çalıştayında gündeme gelmiş ve hemen kapatılmıştı. Kendilerine hak veriyorum bir açıdan. Memlekette ticari konular o kadar ahlaksız bir çerçeveden ele alınıyor ki Ticaret Odaları’na böyle bir kısıtlama yetkisi verilse ne filmler döner, ne gürültüler kopar tahmin edebiliyorum. İşin daha belediye ilişkileri boyutu filan var ama memleketin bu belden aşağı konuları da beni aşıyor. Ya da oralara eğilemiyorum diyelim. Ancak bir şeyler yapmak şart. Böyle gitmez.