Kaldırma Gücü
Deneyimli bir siyasi danışman arkadaşımla zaman zaman siyasetteki konumlandırma ve marka başarıları veya başarısızlıkları üzerine tartışırız. O tartışmalarda tam uzlaşamadığımız hususlardan biri de bahsi geçen ünlü kişinin o pozisyonu taşıyabilme (kaldırma) gücüdür. Danışman arkadaşım olayları daha çok çevre, olaylar, siyasi duruş vb dış faktörlerle açıklama eğilimindedir. Ben ise siyasette de müzikte de iş dünyasında da markalaşmış kişilerin kişisel enerjilerini, altyapılarını daha çok önemserim. Bakalım burada taraftar toplayabilecek miyim?
Bir önceki yazıda rafta duran markalar üzerinde istediğimiz gibi oynayabileceğimizden ancak kişi markalarda o kişiden kaynaklanan kısıtlar olduğundan bahsetmiştim. Etten-kemikten insanların marka olmanın yükünü uzun yıllar boyu taşıyabilmesi güçtür. Hep formda, hep önde, her zaman zinde, her soruya doğru cevap, hayatın iniş ve çıkışlarını tolare edebilmek, basın ilişkilerini, hayran ilişkilerini ve belli bir üretim standardını sürdürmek… Nescafe marka ekibi için nispeten kolay, bir şahıs için ise çok zordur.
Örneğin müzik dünyasında böyle bir “iç güce” sahip iki örneğin Madonna ve İbrahim Tatlıses olduğunu düşünürüm. İlk kez 1985 Live Aid konserinde izlediğim Madonna’nın dakikalarca yüksek tempoda dans edip nefesinin bir an bile kesilmemesine hayran olmuştum. Bu fiziksel performanstı. Madonna bugün fiziksel performansını koruduğu gibi marka pozisyonunu da başarıyla taşıyor. Ailesi, özel hayatı, yaptıklar ve haliyle ürünleri… Son albümü arabada çocuklarla birlikte eşit zevkle dinlediğimiz tek CD.
Bizde de İbrahim Tatlıses’in iç gücünü takdir ederim. Şahsen yakınlık duymasam ve ürünleri bana hitap etmese de engelleri aşma ve hep ayakta kalışına hayranım. Aynı şekilde Ajda Pekkan, Gülben Ergen ve Seda Sayan da bulundukları yerin hakkını veren, marka değerlerini koruma gücü olan kişiler. Hiç bırakmıyorlar. Markasını “güzellik” üzerine konumlayan Hülya Avşar’ın ise şu sıralar bir “repositioning” çabası içinde olması lazım. Erkek popçulardan o gücü hissettiğim kişi de Kenan Doğulu’dur.
Siyasete gelince, orada iktidarın nimetleri öylesine besleyici ki bir çok lider geç yaşlara kadar yüksek performans gösterebiliyorlar. Ancak burada da erken yıpranan örnekler var. Seksenli ve doksanlı yıllarda nispeten başarısız bir performans sergileyen Necdet Calp, Turgut Sunalp ve Erdal İnönü fiziksel açıdan hızlı bir yıpranma sürecine girmişlerdi. Bu sanırım kendilerinin hassas/duyarlı yapıları nedeniyle oldu. Örneğin pişkinlik abideleri Demirel, Erbakan ve Baykal onca şeye rağmen sapasağlam ayaktalar.
Siyasi danışman arkadaşım ile mutabık kalamadığımız kişilerden biri de eski Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer. Göreve geldiği ilk günlerde yaptığı bazı çıkışlarla halktan öyle büyük bir destek almıştı ki tam “kaptırıp gidecek” derken durdu ve inişe geçti. Bunu arkadaşım daha çok statükodan yana duruşu ve hatalı kararlarına bağlamıştı. Ben ise kendisinin altyapı itibariyle böyle bir göreve hazır olmamasının da önemli olduğunu belirtmiştim. Neredeyse hiç liderlik yapmamış, topluluk önünde konuşmamış, sorumluluk almamış bir kişiye o makamı önermek (insan kaynakları işinden anlamayan, hayatı boyunca hiç adam yetiştirmemiş olan) Ecevit’in hatasıydı.
Geçen ay çocukları Anıt Kabir’e götürdüm ve bu vesileyle müzeyi tekrar gezme şansım oldu. Atatürk’ü bir marka kişi olarak izlemeye çalıştım. Duruşu, bakışı, kıyafeti, verdiği resimler bildiğimiz gibi hep çarpıcı idi ama fotoğrafların içine girmeye çalıştığımda 1925-1935 yılları arasındaki fiziksel yıpranmanın çok hızlı olduğunu düşündüm. 45 yaşından 55 yaşına giderken sanki çeyrek asırlık yaşlanmış sevgili Atatürk’üm. Bu dönemde yoğun içki tükettiğini de biliyoruz.
Sonra gençlik yıllarına yönelik daha tarafsız bir gözlemde bulunmaya çalıştım. Aynı dönemde “Çılgın Olmayan Türk” başlıklı bir kitap da okumuştum. Hepsini bir araya koyduğumda şu sonuca ulaştım; Düşündüğümüzün aksine; çocukluktan bu yana planlanmış bir kariyer ve buna ulaşmak için gösterilmiş düzenli çabalar ve yükseliş yok geçmişinde. Askerlik kariyeri de, İttihat-Terakki ile ilişkileri de inişler ve çıkışlarla dolu. Yani Demirel, Özal ve hatta Kenan Evren gibi adım-adım yükselinen, her kademenin sindirilerek yaşandığı ve bir üst aşamaya hazırlanıldığı bir çıkış söz konusu değil. Ya da şehzadelerin padişahlığa hazırlandığı gibi bir “planlı” süreçten geçmemiş kendisi. Çok doğru bir öngörü ve zamanlama ve tabii ki şansın da yardımıyla nispeten kısa bir sürede gelinen bir “ulusal liderlik” pozisyonu var.
Atatürk bu pozisiyonu dışarıdan bakıldığında büyük bir başarıyla taşımış, olağanüstü bir performansla konumunun gereklerini yapmış, misyonunu en iyi şekilde yerine getirmiş ancak bu süreçte de kendisini oldukça yıpratmış gibime geliyor. Yani bu memlekete çağ atlatırken büyük bir şahsi özveri göstermiş ve o dönemde bir mum gibi erimiş. Kesinlikle “Demirel pişkinliğinde” bir insan değil. Ben resmi ideoloji tarafından putlaştırılan süper kahramandan ziyade bu özverili vatanseveri, duygusal insanı seviyor ve sayıyorum.