İklim Değişikliği başlıklı yazımın devamını, HOŞGÖRÜ İKLİMİ alt başlığıyla birincinin üzerine ekledim
Hoşgörü İklimi
Mustafa Denizli bir süre önce Beşiktaş’ın aldığı kötü sonuçları yorumlarken “Beşiktaş’ın kendini kıyaslayacağı, takip edeceği takımlar Fener ve Galatasaray” şeklinde bir laf etmişti. Yani Bursa istisnasını bir kenara bırakın, lig yine üç büyükler arasında geçer, o yüzden FB ve GS da kötü olduğu sürece Beşiktaş’ın strese girmesine gerek yok mealinde konuşmuştu. Türkiye’nin en önemli futbol yorumcularından biri bu sene Bursa’nın, Trabzon’un, Antalya’nın ve hatta Karabük’ün oynadığı topu hesaba katmadan konuşuyor. Rıdvan Dilmen de dün (25 Ekim) üç büyüklerin tarihlerinde ilk kez bu kadar kötü başladıklarını söyledi. Hayır, tarihte ilk kez olan, Anadolu takımlarının bu kadar iddialı başlamasıydı. Hamit’in Azerbaycan maçı sonrasınra söylediklerini büyük bir hayranlıkla dinledim. Sonra stüdyoya döndüler ve Erman Toroğlu “ben bir şey anlamadım” dedi. Yorumcuların yaşanmakta olan mahiyet değişimini kavramayıp son otuz senenin ezberiyle bu lafları etmesi çok da sürpriz değil çünkü yılların oluşturduğu “mindset” kolay değişmiyor.
Ya da futbolda yaşanan durum işime geliyor ve ben abartıyorum. Bunu zaman gösterecek. Ama birkaç senedir şunu söylemeye çalışıyorum; Sanatta, sporda, iş dünyasında ve bir çok alanda insanlar arasındaki kapasite farkı azaldı. Her alanda çok yetenekli, eğitimli insanlar yetişiyor. Küçücük barlarda çok iyi müzisyenlere rastlayabiliyorsunuz. Sporda dünyanın her yerinde sağlam altyapılar kuruldu ve buralardan birbirine yakın kapasitede sporcular yetişiyor. Üniversiteler çok kapasiteli gençler mezun ediyor. Yani etraf nitelikli elemanlarla dolu. Öte yandan, kapitalizmin doğası gereği yetenek farkları azalsa da kazanan para makası giderek açılıyor. En çok satan yazar milyonlar kazanırken ona yakın yetenekte bir başka yazar geçim sıkıntısı çekebiliyor. Elli milyon avro eden bir futbolcu ile beş milyonluk arasında on kat fark yok kuşkusuz.
Takım oyunu her zaman önemliydi ama eskiden takımı sırtlayan oyuncular olurdu. Maradona tek başına takımı şampiyon yapabiliyordu. Bugün belki daha yetenekli bir oyuncu olan Messi tek başına bir şey yapmayabiliyor. O yüzden yıldızları toplamak artık başarının garantisi değil. Birkaç yıldır futbolda yaşanan bu. On milyon euro verdiğin futbolcu ile bir milyona alabileceklerin arasında büyük farklar yok. Düşük bütçeli bir takım iyi motive olur, doğru kurguyla oynar ve iyi yönetilirse kötü yönetilen büyük bütçeli takımlara üstünlük sağlayabiliyor. Büyük bütçeli takımlar iyi yönetildiğinde ise dünya markaları ve kalıcı başarılar geliyor. O yüzden futbolumuzda yaşanan Anadolu devrimi önemli bir iklim değişikliğidir. Bunda Anadolu takımlarının gelirlerinin artması dışında buralarda iyi yönetim örneklerinin görülmeye başlamasının da payı var. Ayrıca şehir takımları konumlandırma ve aidiyet anlamında doğal bir avantaja sahipler. Halbuki İstanbul takımlarında kategorik bir konumlandırma zorluğu var. Kuruldukları semtle, mayalandıkları okulla ilişkileri kopmuş durumda. Ya da bunlar takımı artık taşımıyor. Yani bu üç büyüklerin sportif başarı dışında taraftarına satabileceği fazla bir şey yok. Üstüne beceriksiz yönetim ve motive edici olmayan bir iklim gelince işleri zorlaşıyor.
İklim değişikliği yazılarımızın ikincisinde vurgulamak istediğim bu. İnsanların kabiliyetleri, eğitimleri, giyim kuşamları, gustoları arasındaki seviye farkları azalıyor. Bunun olumlu ve olumsuz sonuçlarına hazırlıklı olalım. Eğer bu dönemi doğru okursak bizden dünya markalarının çıkması işten bile değil. Ama okuyamazsak işimiz zor. İnsan kaynaklarına, insanlara farklı bakış açıları geliştirmek zorundayız. Üç büyükler, beyaz Türkler alışkanlıklarıyla gidersek çok dayak yeriz. Türkiye’de son elli yılda üniversite bitiren herkes bir şekilde yırttı. Bunun neticesinde her taraf üniversite oldu ve doğan her çocuğumuzu okutacak bir kapasite oluştu. Gelecekte kapıya pizza getiren çocuğun veya mağazadaki tezgahtarın üniversite mezunu olma ihtimali yüksek. Eskiden yurt dışına çıktığımda restoranlarda müşteri ile garsonlar arasındaki muhabbetin kalitesine çok şaşırırdım. Bizde ise daha çok eğitimli beyaz Türk ile köyden yeni gelmiş eleman arasındaki dengesiz, aşağılayan diyaloglara şahit olurduk. Sadece restoranda değil, hayatın her alanında. Maddi ve manevi olarak hakkını isteyen geniş kitleler son seçimlerde cezayı kesiyor ama bu yukarıdan bakış hemen değişecek gibi görünmüyor. Kendi çevremi bu konuda uyarmak için “Başka Akmerkez Yok” kitabını yazdım. Sonrasında da konuyu her ortamda dile getirmeye çalışıyorum. Bir vadede bir yere ulaşacak kuşkusuz.
Yine eskiden yurt dışındaki şirketlerde 50 yaşını aşmış düz mühendislere veya marka yöneticilerine rastlayınca şaşırırdım. Ya da düzgün görünümlü ve yaşını almış kadın otobüs şoförleri, karizmatik ve iyi giyimli teknisyenler görünce. Bizde ise belli bir “kalitenin” üzerinde görünen herkes, görüntüsüne uygun bir poziyonda olurdu. Mühendis kırkına geldiğinde şef yada müdür olur, ellisinde herkes zaten emekliye ayrılırdı. Kalanı da ameleydi. Artık bu günler geçti. Artık yeni bir düşünsel iklime ihtiyaç var. Yıllardır otobüse, minibüse binmeyi hiç ihmal etmem. İnanın eskiden olduğu gibi kokan, çok kötü giyinen insanlara rastlamıyorum. Eski karikatürize köylü tipler köylerde bile kalmadı. Herkes belli bir seviyede giyinmeyi, davranmayı öğrendi. Televizyon, internet insanları büyük ölçüde eşitliyor. Varoşta büyüyen ikinci nesil gençler de kendilerini kentli görüyor ve daha adil, eşit bir muamele talep ediyorlar.
Kürt meselesi de bir çok acıya neden olduktan sonra yeni bir düzleme çıkıyor gibi. Tam on senedir etnik pazarlama konusunda yazıyorum. Önyargılar ve yaşanan acılar nedeniyle Kürtçe reklam konusunda fazla bir ilerleme kaydedemediysek de önümüzdeki yıllarda hızlı bir dönüşüm yaşanması şaşırtıcı olmaz. Bunu yaşamak zorundayız açıkçası.
Önümüzdeki yıllarda ülkemize gelen yabancı sayısında ciddi artış olacağını tahmin ediyorum:
· Deniz, kum ve güneş için gelen Rus ve Avrupalılar.
· Kent ve kongre turizmi için gelen tüm dünyalılar
· Sağlık turizmi için gelen Avrupalılar ve Araplar
· Okumaya gelen Araplar ve Asyalılar
Seksenli yıllarda İstanbul’a bir Arap akını olmuştu. Onlara ev kiralayanlardan, iş yapanlardan ırkçılık kokan bir sürü hikaye duymuştuk. İlla ki bir temeli vardı ama o günün ikliminde bu durum giderek bir aşağılamaya dönüşmüştü. Sonra Araplar gelmeyi kesti. Şu sıralar sayı yine arttı ama eski hikayeleri pek duymuyoruz. İhtimal ki onlar da biz de değiştik.
Ruslarla ilişkilerimiz yüzyıllardır soğuk. Doksanlarda yeniden başlayan münasebet de sıkıntılı gelişti. Onlardan bize Nataşalar, bizden onlara da kalitesiz mallar ve çakal iş adamları gitti. Tarihsel açıdan zayıf olan karşılıklı imaj da zayıflayarak devam etti. Rus ve Türk entelektüelleri pek bir araya gelmedi. Şimdilerde bu değişiyor. Antalya’da yeni bir iklim var. Bunu geliştirmek zorundayız.
Konuyu fazla uzatmadan sadede geleyim. Yeni dönemde aşağıdaki kişi ve gruplarla daha eşit ve empati kuran bir diyaloga ihtiyacımız olacak:
· Kürtler
· Araplar
· Ruslar
· Tüm komşular
· Tüm ezilmişler
Yoksa bir Kürt büyüğünün dediği gibi; Allah cezamızı verecek.
İklim Değişikliği-1
İnsana dair temel özellikler genetik hafızaya kazınıp binlerce yılda şekilleniyor. Ancak bazı tutum ve davranışların ömrü genelde bir veya iki nesille sınırlı. Bilimsel alanda da ekol değişiklikleri ortalama elli yılda gerçekleşiyor çünkü bir bilim adamının kariyeri bu kadar sürüyor. Bu yazıda Türkiye’de son elli yılda oluşmuş tutum ve alışkanlıkların nasıl değişebileceğine yönelik tahminlerimi sıralayacağım:
Üniversite EğitimiTürkiye’de son elli yılda üniversite eğitimi gören hemen herkes bir şekilde yırttı. Talihsizlikler, tercihler ve istisnalar olsa da doğru zamanda doğru yerde olup yeterli çaba gösterenler bir şekilde bunun karşılığını aldı. İki binlere kadar üniversite mezunları iş bulmakta zorlanmadı. Bunun dışında, üniversite mezunları hayatın bir çok alanında da kolaylıklar gördü. Örneğin askerlik. Lise mezunları 18 ay erlik yaparken, üniversite mezunları 16 ay yedek subaylık ile bir değil iki kademe yukarı çıktılar. Bu göreceli eşitsiz durum ebeveynleri özellikle son kırk yılda amansız bir üniversite (öncesinde de marka lise) yarışına soktu. Yerine başka bir şey koyamadığımız için test çözme becerisi memleketin en önemli işi haline geldi. Eğitim buna göre örgütlendi; Dersaneler, özel hocalar derken ortaya devasa bir sektör çıktı. Bu sektörün tek amacı çocuğu iyi bir liseye/üniversiteye sokmaktı ve bu hengamede okumayan, yazamayan, bir sportif veya sanatsal becerisi olmayan ama iyi test çözen bir nesil yetiştirdik. İşin talep tarafı böyle gelişirken arz da durmadı. Siyasiler tüm şehirlere ve iri kasabalara bir üniversite yaptırma peşinde koşarken özel üniversiteler de her tarafa yayıldı. Bugün gelinen noktada Türkiye’de teorik olarak yılda 1 milyon kişiyi alacak bir kapasite oluştu. Bu kadar öğrenciyi eğitecek hoca olmadığı için de şu sıralar akademik kariyer yapmak cazip. Yılda ortalama bir milyon doğum olduğu için, kabaca doğan her çocuğumuza üniversite eğitimi aldıracak kapasitemiz oluştu. Peki iş? Yok. Önümüzdeki on sene üniversiteye giren herkesin yırtma durumu ve buna bağlı olarak şekillenmiş düşünsel iklim değişecek. Üniversite mezunu işsizler veya tezgahtarlar dönemi başlayacak ve bu da başta üniversite eğitimi talebi olmak üzere bir çok şeyi etkileyecek.
Konuta YatırımTürkiye’de son elli yılda gayrimenkule yatırım yapanlar genelde kazandı. Şehirlerin büyüyen bölgelerinde bir arsası olanlar misliyle kazandı ama bir kooperatife girip ev alanlar da zarar etmedi. Konut kaybettirmedi. Alınan evlerin değeri genelde düşmedi. Ev alıp kiraya verenler ortalama on senelik kira ile evin bedelini ödedi. On sene sonunda da aynı paraya satabildi. Dükkan sahipleri için bu ödeme süreleri on senenin altındaydı genelde. Hele bir de bankaya filan kiraya verdiysen, senden iyisi yok. Ya da boğaza yakın bir gecekondu dikebildiysen… Tüm bu yaşanan deneyimler konutu yatırımda bir numaralı öncelik haline getirdi. İkinci, üçüncü, dördüncü evler alındı. Artan gelir konuta yatırıldı ve haliyle konut stoğu arttı. Şu sıralar kiraya verilen evlerde geri ödeme süresi 25 yıla çıktı. Öte yandan hızla gelişen teknoloji, mühendislik ve mimari teknikler evlerin daha hızlı eskimesine sebep oldu. Yeni evlerde öyle şeyler akıl ediliyor ki beş sene önce alınan ev eski kalıyor. Yani anca 25 senede kendini geri ödeyen eviniz satıldığında da fazla bir para etmeyecek. Çünkü ev pazarlamayı hedefleyen insan zekası sürekli yeni bir şey icat edecek. Konutun geri ödeme süresindeki artış şimdilik krize bağlanıyor ve ama bence kalıcı bir iklim değişikliği. Bazı dış faktörler olmadığı sürece (ki neler olabileceğini sonda yazacağım) konuta yatırım eski cazibesini yitirecek.
Sanayi Odaklı BüyümeSon elli yılda bizim gibi ülkelerin büyüme formülü şuydu; Sanayi tesisleri kur, verimliliği artır, çok çok ve ucuza üret, batıya sat, kendin de tüket ama kazandığın paranın bir kısmını tasarruf ederek sermaye birikimi oluştur, bu birikimle yeni tesisler kur, büyüme ve istihdam sağla…
Bu model sayesinde Asya ülkelerinde ciddi bir üretim kapasitesi oluştu. Batı, sanayi üretimini büyük ölçüde doğuya kaydırdı. Kendisi hem para basarak, hem borçlanarak, hem de türev piyasalar oluşturup para basma işini özelleştirerek tüketimi pompaladı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla eski komünist ülkeler de tüketime katılmaya başlayınca dünya ekonomisi hızla büyüdü. Bu büyüme döneminin itici gücü sanayileşme idi. Adam Szirmai’nin 1950-2005 yılları arasını kapsayan bilimsel araştırması bu tespitin altını dolduran değerli bir çalışma (INDUSTRIALISATION AS AN ENGINE OF GROWTH IN DEVELOPING COUNTRIES, 1950-2005 UNU-MERIT Şubat 2009) Türkiye de özellikle İTÜ’lü mühendis kökenli siyasiler kuşağı (Demirel, Erbakan, Özal) ile önce sanayileşme, sonra dışa açılma hamlelerini gerçekleştirdi. Bunun karşılığı olarak iç tüketim de ihracat da katlanarak büyüdü. Yatırımcı sanayici de yatırımının karşılığını aldı. İstisnalar olsa da son elli senede sanayici para kazandı. Ancak artık dünyada muazzam bir kapasite oluştu. Her taraf tesis doldu ama talep o hızla büyümüyor çünkü tesisler büyüdükçe verim arttı ve sanayinin istihdam kabiliyeti düştü. İşsiz yığınlar da alım yapamıyor. Para bir avuç zenginin elinde duruyor. Türkiye’de son elli yılda binlerce fabrika kuruldu. Bunlar üniversite mezunlarını yönetici, üniversiteye giremeyenleri işçi olarak istihdam etti. Bu süreç son krize kadar sürdü. Şimdi tablo şu; Yeni fabrika kurulmuyor çünkü her taraf tesis doldu ve ortalık iş arayan gençten geçilmiyor. Kriz patladıktan sonra hükümet hemen yatırım teşviği verdi. Kemal Kılıçdaroğlu’nun da ekonomiye ilişkin tek önerisi “Doğu’ya fabrika açmak”. Yani çoğunluk, son elli senede olduğu gibi yeni fabrikalar kurulmasını ve çocuklarının orada işe girmesini bekliyor. Umutlar hala reel sektörde. Bunun anlaşılması da sanırım vakit alacak ama çocuklarınız muhtemelen “reel olmayan” bir şeyler yaparak para kazanacak. Öte yandan sanayicinin durumu günümüz toprak ağalarına benzeyecek. Gücü azalacak. Sanayiciliğin karlılığı azaldıkça sermaye başka alanlara kayacak. Enerji ihalelerinin cazibesi de bundan.
Takım OyunuFutbol son elli yılda ağırlıkla bireysel yıldızların oyunuydu. Alparslan ve Cemil’e sahip bir Fener’i, Maradona’ya sahip bir Arjantin veya Napoli’yi, Hagi ve Hakan’a sahip bir Galatasaray’ı devirmek zordu. İlk zamanlarda plajlarda yetişen doğal yeteneklerin kazandığı para ve popülarite öylesine cazip hale geldi ki giderek yıldız yetiştirme işi ciddi bir endüstri oldu. Altyapı, eğitim önem kazandı. Yetenekli olanlar çocuk yaşta keşfedilip on yıl süren sıkı bir eğitimden geçmeye başladılar. Üniversiteden ümidi olmayan ebeveynler de çocuklarını sporcu yapmak için bir başka amansız yarışa girdi. Sanatın bir çok alanında da böyle oldu. Ortalık çok yetenekli genç oyuncular, müzisyenler ve dansçılardan geçilmiyor. İnsanlar arasındaki bireysel farklar giderek azaldı. Yüz metreyi on saniyenin altında koşan insan sayısı önümüzdeki on senede kaç kişiye çıkar acaba? İş dünyasında da öyle. Artık dil, bilgisayar bilmek, ehliyet sahibi olmak hiçbir fark yaratmıyor. Bilgi de herkese eşit uzaklıkta.
Yetenekler birbirine yaklaştıkça takım oyunu, takım ruhu, marka gücü ve felsefesi, birlikte oynama deneyimi, motivasyon ve yönetimin değeri arttı. Futbolda son yirmi yılda ağırlığını artıran “yönetim becerisi” ve “takım oyunu” felsefesi son dünya kupasında perçinlendi. Ancak ülkemizde yldız transferi hala çoğu takımın bir numaralı önceliği. Bu seneden başlayarak üç büyüklerin ve genel olarak futbol kamuoyunun bunu idrak etmeye başlayacağını umuyorum. Beşiktaş havalı başladı ama bence önümüzdeki beş seneye Trabzon damgasını vuracak. İyi anlaşmış bir ekip, ne yaptığını bilen bir hoca ve dirayetli yönetim ile sessiz ve derinden geliyorlar. (Ek: Bu yazı süper kupa finalinden önce yazılmıştır)
Ve Harbiden İklim Değişikliği Küresel ısınma haberlerini Ömer Madra en az on sene ısrarla aktardıktan sonra bu konu da ülke gündemine girmeye başladı. Isınmanın gerçek sebebi konusundaki bilimsel çalışmalar tam ikna edici olmasa da çevreye iyi davranmadığımız konusunda bir küresel mutabakat oluşmuş durumda. Gençlere ilkokullarda ciddi bir çevre bilinci ve hatta bir ekolojik korku veriliyor. Bunun etkilerini önümüzdeki elli sene illa ki göreceğiz. Çevreye, iklime verilen tahribat korkulan sonuçlara yol açacak mı bilmiyorum ama bu korku bir çok şeyi değiştirecek. Özellikle de sanayi ürünleri üretimi ve tüketimini. Dediğim gibi, insanlık muhtemelen geçimini sanayi dışı alanlarda arayacak. Eğitim, sağlık ve turizm ilk akla gelenler olsa da örneğin okumuş kesimden tarıma ciddi bir dönüş de bekliyorum. Şu sıra tarıma ve hayvancılığı verilen teşvikler (eğitimsiz ve tembel köylü hayatını sürdürebilsin diye) çok cazip hale geldi. Teknolojinin getirdiği imkanlar mevcut teşviklerle birleştiğinde eğitimli ve çalışkan girişimciler tarım ve hayvancılıktan makul bir gelir elde eder hale geliyor. Zaten sanayide ve ticaretteki rekabet seviyeleri eski marjları mumla aratacağı için önümüzdeki dönemde kentten köye geri dönüş artarsa kimse şaşırmasın.
Eksen KaymasıAlmanya yirminci yüzyılın başında ihtiyacından çok sayıda kimyacı yetiştirmiş. Genç mezunlar bir süre işsiz kalsalar da, bu kimyacılar birkaç on yıl sonra ortaya dev bir endüstri ortaya çıkarmış. Türkiye’de de sağlık ve eğitim personelinde benzeri bir durum var. İş garantisi nedeniyle geçmişte ülkenin iyi beyinleri tıp eğitimini seçti. Şu sıra çok iyi doktorlarımız var. Sağlam altyapı yatırımı da yapılıyor. Ancak burada da arz fazlası oluşmaya başladı. Yapılan onca modern hastane ve üniversite boş kalınca ne yapacaklar? Muhtemelen üniversitelere Müslüman ülkelerden öğrenci yağmaya başlayacak. Bu, büyük kentlerdeki konut talebini de atırabilir. Sağlık sektörü yurt dışına açılacak. Avrupa’nın yaşlı nüfusuna muhtemelen biz bakacağız. Turizmde de Rusya ve Orta doğu ülkeleri ana kaynak olacak. Turizmcilerimiz Almanı, Fransızı tercih etse de bu yeni duruma bir şekilde uyum sağlayacaklar. Üniversitelerimiz global, en azından bölgesel cazibe merkezi olmak için yeni şeyler düşünecekler. Rusça ve Arapça eğitimi cazip olacak. Eksenimiz kayacak mı? Sanmam. Muhtemelen ülkemize müslüman ülkelerden gelenler bizi muhafazakarlaştırmayacaklar da biz oraları biraz modernleştireceğiz.
Hoşgörü İklimi Bu konuyu, eksen kayması ve medyadaki güç değişimiyle birlikte takip eden yazıda işleyeceğim.