Memlekette iş/yönetim konularının alenen tartışılmaya başlandığı seksenlerden itibaren şeksiz şüphesiz iman ettiğimiz kavramların başında “kurumsallaşma” gelir. Biri bir şirket hakkında “kurumsal değiller” yorumu yaparsa buna gelecek cevap kesinlikle “kurumsal olmak zorundalar mı?” değildir. Belki ne ölçüde kurumsal oldukları tartışılır ve o andan sonraki tek mesele şirketin nasıl daha kurumsal hale getirileceği olur.
Öte yandan, Türk şirketlerinin küresel rekabetçi gücünü tartıştığımız her ortamda, yine aynı kesinlikle söylediğimiz bir başka şey de bizim girişimci ve esnek yapımızdır. Gerçekten de Türk girişimcisi lisan ve yol yöntem bilmeden gittiği ülkelerde inanılmaz iş bağlantıları kurmaktadır. Küçük miktardaki siparişleri en hızlı şekilde karşılamada olağanüstü bir tedarik ve üretim mahareti göstermektedir. Filan.
Peki bu ikisi birbiriyle çelişmiyor mu? Evet, örtüşmeyen noktalar var ve bence bu konu ileride çok tartışılacak. Hatta abartayım, dünyada önümüzdeki dönemde kimin yükselip kimin düşeceği bu sorunun cevabından çıkacak. Tahminimi de şu ki; Batı’nın başarısını salt kurumsallaşmada görenler fena yanılacak çünkü özellikle Avrupa’yı kutular ve bürokrasi batıracak.
Başa sararak Türkiye’nin kurumsallaşmayla olan imtihanını özetleyim; Osmanlı’nın çöküşü ve takip eden tehcir-mübadeleyle tüccarını ve zanaatkarını yitiren bu topraklar, sonraki seksen senede neredeyse sıfırdan bir girişimci sınıfı imal etti. Bu sınıf kitlesel üretimi, iş yönetimini ve ticareti bilmiyordu ama damarlarındaki global iddia ve genlerindeki hoşgörü ona yetti. Başarma azmiyle gözü kara girişimlerde bulundu. Üretim yatırımlarında Batı’yı örnek aldı, oradan mühendislik birikimini transfer etti. Satış ve pazarlamada ise iç sesini dinledi. Arap, Rus, Afrikalı ve Avrupalı, hepsiyle de rahat ilişki kurabildi. Çok çalıştı. Dünyanın merkezindeki eşsiz coğrafyada yaşamanın avantajlarını da kullanarak global iddiasını tekrar kazandı.
Başlarda iş daha kolaydı. Üretim tesislerinin kurulmasında Alman mühendisliği, üretim yönetiminde Japon temelli modeller veya muhasebede Fransız sistemler aynen bize uyarlandı. O dönem batıdan gelen her şey fayda sağladı, üretkenlik arttı, sistemler oturdu. Bu gelişmeler de bizi kafadan bir kurumsallaşma ezberine götürdü. Bugün ülkede mühendislik iyi icra ediliyor. Şirketlerimiz kalite ödülleri alıyor ancak bunlar bizi küresel rekabette daha da ileri götürmek için yeterli değil. Ürettiğimize katma değer kazandırmak için markalaşmaya ihtiyacımız var. Turquality programı bunun için ve iyi ki var. Ayrıca yeni fikirler, kavramlar geliştirmek için de kutunun dışında düşünen yaratıcı insanlara, başarıya aç girişimcilere ve inandığı fikrin peşinden aşkla koşacak idealist ailelere ihtiyacımız var.
Bu aile işini çok önemsiyorum mesela. Çalıştığım veya takip ettiğim bir çok şirkette hisse devir teslimleri yaşanıyor şu sıralar. İşini aşkla bir yere getiren aileler hisselerini satıp meyveleri topluyor. Ancak özellikle fonlara devredilen şirketlerde iş bir süre sonra tamamen rakamlara dönüyor. Aşk bitiyor. Teksaslı yatırımcı ne bir kez memlekete gelip piyasayı geziyor, ne de o işin üretimiyle ilgili bir sevgisi, kaygısı var. Sadece rakamlar. Tahminim odur ki işe sadece “bottom line” dan bakan bu “kurumsal” yaklaşımla o şirketlerin çoğu bir nesil daha gidemeyecek. Fabrikadan çıkan malı öpüp koklayan ve bayisiyle akraba olan patronların ortadan kalkması sıkıntı yaratacak. Göreceğiz.
Öte yandan, yeni kavramlar geliştirme ve markalaşma konusunda ise memlekette fazla yetişmiş insan yok. Çok uluslu devlerde bu işi öğrenenlerin bir kısmı yerel şirketlerde pazarlama yöneticiliğine soyunuyor. Yerel kültüre, aileye, ilişkilere saygı gösterip aynı zamanda işin global standartlarını sisteme entegre edebilenler başarıyor. En iyi örnek ETİ ve Şule Şamlı’dır merak edene. Öte yandan, aşırı kurumsal yapıdaki devlerde alıştığı sistemi bire bir yerel şirkette uygulamaya çalışanlar zorlanıyor. Maya tutmuyor. Çoğu da “bu şirket de hiç kurumsal değil” diyerek ayrılıyor.
Herkesin ne yapacağının çok net tarif edildiği kutulardan oluşan bu tür kurumsal modeller başta fayda sağlasa da işin çok abartılması gelişmeyi engelliyor. Pazarlamada çok rakam kullanan biriyim ama yine de her şeyi tablolarda bulmaya çalışan “marketing engineering” fikrine uzak dururum. Aşırı kurumsal yapıdaki dev şirketlerde yeni fikirlerin çıkmasının zorlaştığı da bir başka günümüz gerçeği. Attığı her adımı araştırmaya bağlayan, yeni şeyler düşünüp risk alamayan profesyonel yöneticilerin körleşmesi, bunların başına dert uzun vadede. Neyse ki bu şirketler girişimcilik, yenilikçilik açıklarını genelde satın almalarla kapatıyorlar. Bir süreliğine…
Futbolda ve basketbolda da neredeyse tüm uluslar arası başarılarımızın sağlam bir iskelet üzerine inşa edilen coşku, motivasyon ve iman gücüyle geldiğini görüyorum. Sistemli, kontrollü Alman tipi futbolla veya disiplinli set oyunuyla kazandığımız bir başarı yok. Bizim rekabetçi gücümüz; global iddiamız, hevesimiz, coşkumuz. Tabii ki bunun içine bilimi, analizi koyacağız ancak kurumsallaşma ezberiyle bu aşkı yitirirsek, o zaman yandık.