Bu yazımda Türkiye’nin dış politikasıyla ilgili üç konuyu pazarlamacı gözüyle ele almak istiyorum. Memleket meselelerine pazarlamacıların/iletişimcilerin yapabileceği katkı hakkında kimsenin bir fikri olmadığı için etki yaratma hedefim yok haliyle. Laf ola beri gele.
Sıfır Sorun
Markacıyız. İşimiz karmaşık meseleleri bir paragrafta, zor mesajları bir cümlede özetlemek, sloganlar, mottolar üretmek. Bu bağlamda komşularla “sıfır sorun” söylemini ilk günden beri yanlış bulmuşumdur. Ahmet Davutoğlu hayranlığımı her fırsatta ifade ederim. Kendisini bir politikacıdan çok bir düşünce adamı, hoca olarak görürüm. Benim “Bu topraklardan dünya markası çıkar mı?” kitabımla hocanın “Stratejik Derinlik” kitabının birbirini tamamladığını düşünürüm. O yüzden, sıfır sorun söyleminin özündeki politikayı anlıyor ve destekliyorum. Komşularımızla savaşalım, onların topraklarına göz koyalım filan demiyorum. Ayrıca son iki yılda komşu ülkelere çok kez gittim ve oralarda bize olan sevgiyi, hayranlığı yaşayıp markalaşma şansımızın yüksek olduğunu bizzat gördüm. Birbirimizi daha iyi anlayalım ve işbirliğini geliştirelim. Peki, bu “sıfır sorun” demek mi? Hayır, çünkü bu eşyanın tabiatına aykırı. Bütün politik parametrelerden bağımsız olarak konuşuyorum. Hayatta en çok kimi severiz? Sanırım ailemizi. Peki en çok kiminle tartışmış, hatta kavga etmişizdir? Muhtemelen aile üyeleriyle. İşin doğası gereği, en çok sevdiklerimizle en çok itişiriz. Çünkü onlar en yakınımızdadır ve en fazla “interaction” onlarla gerçekleşir. Bu da sürtüşme ihtimalini artırır. Basit istatistik. Hiç temasın olmayan elin Arjantinlisiyle ne sorunun olsun? O yüzden, Ahmet Davutoğlu’nun hedefleri doğru, motto yanlıştır. İyi bir markacı yeni bir söylem üretmelidir. Sıfır sorun hedefini de Yeni Zelanda için koyabiliriz mesela.
Siklet Meselesi
Çocuğu olanlar, ya da bir anne-çocuk ilişkisini yakından izleyenler küçücük bebeğin koskoca insanları nasıl esir aldığını, hatta parmağında oynattığını hayretler içinde görürler. Evet, hakikaten nasıl iki aylık bir bebek anneyi maymuna çevirir? Hep onun istedikleri olur ve ebeveynler çaresiz kalır? Kucağından indiremez, yatağında yalnız bırakamaz ve özellikle özgüveni eksik anneler yıllar boyu bebeğine yapışık yaşar. Otuz yaşı geçmiş, onca okuldan mezun olmuş bir yetişkin nasıl olur da üç yaş zekasıyla baş edemez? Sebebi şu; Bebeğin odaklandığı tek bir şey vardır; Anne ilgisi. Zihnini ikinci bir mevzu meşgul etmez. Anne uzakta mı? Bas yaygarayı gelsin. Yatağa mı koydu? Bas yaygarayı kucağa alsın. Çok basit. Oysa annenin durumu öyle mi? Evin işleri, çocuğun işleri, kendi işleri, dünya ve ahret işleri, arkadaşlar, aileler, komşular, memlekette olup bitenler… Kafasında yüz tane mevzu var.
Ermeni meselesi de tam olarak böyledir. Türkiye’nin bin tane meselesi var. Karmaşık bir coğrafyanın göbeğinde; Lider ülke olma, dünya markaları çıkarma, cari açığı kapatma, Kürtleri, Alevileri memnun etme (ya da susturma), olimpiyat düzenleme, kendi otomobilini yapma gibi yüzlerce konuyla boğuşuyor. Halbuki Ermenistan’ın sadece tek bir meselesi var. Millet olarak ona kilitlenmişler. Küçükler ama odaklılar. Yaygaracı bir bebek gibiler. İşte Türkiye’nin hatası da aradaki bu siklet farkını görmeyip çocukla çocuk olmasıdır. Dönemsel olarak celallenmesinin, “aynısını Fransa da Cezayir’de yaptı” filan demesinin kırk yaşındaki babanın arada bebeğin karşısına oturup “bak bugün işte çok yoruldum” diye hikaye anlatmasından farkı yoktur. Türkiye’nin Ermenistan’a özgüveni yüksek, olgun bir ebeveyn gibi yaklaşması gerekir. Anlayışlı, babacan ve biraz da nitelikli vakit ayırarak… Nisandan Nisana değil.
Toplu Sünnet
Spike Lee, “ 25. Saat filminin bir sahnesinde başrol oyuncusunun istisnasız herkese giydirmesi sorun yarattı mı?” diye soran muhabire şu cevabı vermişti; “Hiç kimseyi atlamadık, o yüzden kimse bir şey demedi”. Benim de yıllardır övgü ve eleştirilerde dikkat ettiğim bir kuraldır. Hiç kimseyi atlamadan herkese eşit şekilde çakarsan kimse bir şey demez. Ve bu iletişim ilkesini siyasete uyarlayarak bir öneri geliştirdim.
Şurası bir gerçek ki Türkiye’nin Kürtler, Ermeniler, Aleviler başta olmak üzere bir çok kesimle hesaplaşması ve helalleşmesi lazım. Yoksa ilelebet ayak bağı. Ancak bunları tek tek yaparsanız her seferinde birilerinin acayip yaygara çıkaracağı da kesin. O yüzden; Türkiye Cumhuriyeti’nin iyi planlanmış bir toplu helalleşme yapmasını öneriyorum: 1915, Dersim, 6-7 Eylül, Maraş, Sivas olaylarından, tek parti ve 12 Eylül dönemlerinden, 28 Şubat ve Ergenekon mağdurlarından, Adnan Menderes, Erdal Eren, Hırant Dink vb ailelerden toplu veya ardışık özür dileme, tarihle yüzleşme. Zor görünüyor ama becerilebilir. Tek kalemde bir sürü çetrefil konu temizlenir. Ayrı ayrı yapıldığında gündemi yıllarca kilitleyecek konular bir celsede halledilir. İçinde hemen herkesi kızdıran ve mutlu eden bir şeyler olduğu için de totalde kimse fazla bir şey diyemez. Yüzünü geleceğe dönen TC tarihiyle yüzleşip önündeki maçlara bakar. Burada en kritik ve zor olan hiç kimseyi atlamamaktır. Ergenekon mağdurlarını atlarsanız olmaz mesela.