Aynı başlık altında kaleme aldığım dördüncü yazı bu. Daha önce 2006, 2009 ve 2015 yıllarında derdimi anlatmaya çalışmışım. Merak edenler internette bulabilir. Tabi hala kendimi anlatamıyorum ama aradan zaman geçtikçe yeni vukuatlar yaşıyor, farklı bakış açıları geliştiriyorum. Tecrübe dedikleri bu olsa gerek.
Ürün odaklı Türk sanayicisinin iş modeli kabaca şöyledir; Önce fabrikayı kur. Sonra yurt içinde/ dışında gördüğün, yani pazarı olan bir ürünü üret. Ucuza üret. Her ilde iyi bayiler bul, pazarlamayı onlara teslim et. Duruma göre reklam yap. Duruma göre fiyat kır. Sonra yeni ürünler çıkar. Sonra? Yine yeni ürünler çıkar… Aynen futbol takımı yöneticilerimizin “transfer” dışında bir oyun alanı olmaması gibi. Ürün ürün ürün… Transfer transfer transfer…
Tabi arada gelişmeler de gösterdik. Mesela yurt dışına açıldık ama orada da kuralı bayiler koydu, biz kanalı yönetemedik. Fuarlara gidip gidip geldik. Markasız, yatırımsız fasoncu zihniyetle ihracatı artırdık ama katma değeri artıramadık. Perakende alanında da taklidi aşamadık genel olarak. Çok uzatmayım. Aşağıdaki tablo her şeyi özetliyor. Türk şirketlerinin toplam değerinin üçte ikisi fiziksel sermaye, gelişmiş ülkelerde bu oran tam tersine. Yani oralarda fikir, patent, tescil vs. para ediyor ve bu yüzden daha zenginler.
Selim Tuncer “Beni ne doktorlar mühendisler istedi” başlıklı yazısında şöyle demişti; Türk ekonomisinin neden bu kadar üretim odaklı, fabrikaperest, fuarsever, hacimlere ve büyüklüklere bu kadar takıntılı olduğunun cevabı bence eğitim altyapısında gizlidir. “Soft power” yerine “hard power”, zeka yerine kurnazlık, ikna yerine iddia, iletişim yerine propaganda, birey yerine kitle, insan gibi çalışmak yerine ölümüne çalışmak, pazarlama yerine satış, adil ve serbest rekabet yerine münhasırlık anlaşmaları, eş düzeyli ilişki yerine tahakküm, özgünlük yerine taklit, soyut yerine somuta neden bu kadar meraklı olduğumuzu da cevaplıyor bu…(Gennaration-2008)
2016 ortasında aynı konuyu ısıtmamın nedeni son dönemde yaşadıklarımdan çıkardığım yeni dersler ve tarihe kayıt düşme ihtiyacı. Bundan iki yıl kadar önce Çaykur için bir çay evi konsepti çalışmıştık. Starbucks’ın Teawana’yı aldığı günlerdi ve biz de yurt içinden çay temelli global bir model üretebileceğimizi düşünerek çok heyecanlıydık. Bu konuya olan ilgim bilinir; http://brandtalks.org/2016/01/dunyaya-cay-icirmek/ Dünyadaki benzer fikirleri bizim çay kültürümüzle harmanlayarak bir konsept tasarladık ve isim önerdik. Sonra bazı sıkıntılı olaylar yaşandı ve istemeden proje ekibinden çıkarıldık. Üzüldük ama aradan geçen iki yılda bizi bu işe öneren danışman dostumuzla hep iletişim içinde olduk, süreci takip ettik. Nihayet ilk Çayla mağazasını açtılar. Heyecanla koştuk ve çok sevindik çünkü düşündüğümüzden iyi bir şey çıkmıştı ortaya. Üzerine sevincimizi sosyal medyada temkinli bir şekilde paylaştık.
Ancak ertesi gün bir yerde karşılaştığımız şirket yöneticisi bizim Çayla için hiçbir şey yapmadığımızı söyleyerek kalbimizi kırdı. Başta şaşırdım ama sonra durumu idrak ettim. Tamamen haklıydı. Logoyu, mimari tasarımı, ürünleri yapanlar, dükkanı bulanlar onlardı.Özellikle dükkan bulmak için çok uğraştıklarını biliyorum. Biz iki yıllık projenin topu topu iki ayında çalışmış ve ortaya bir fikir atmıştık ama yıllardır anlatmaya çalıştığım gibi, “konsept” bu ülkede değerli bir şey değildi. Yaptığım ilk sunumlarda şu ana hayata geçmiş Çayla fikrine ne kadar uzak olduklarını iyi hatırlıyorum ama olsun, memlekette bunun karşılığı yok. İsmi vermiş olmamızın da bir önemi yok. Nedir ki?
Üzgünüz ancak durum hala böyle. Kentlerin hali de ortada. Doku ve konsept anlatmada henüz bir yere gelmiş değiliz. Çalışmaya devam…