Dili çok önemsiyorum. İnsan olmanın da millet olmanın da en önemli ayrıştırıcılarından biri olarak görüyorum. Dili korumanın kültürü ve ulusal egemenliği korumanın önkoşullarından biri olduğuna inanıyorum. Bir araştırmam yok ama bir dilde en çok kullanılan kelimelerden birinin o ülkenin para birimi olduğunu tahmin ediyorum. Her gün yüzlerce kez bir şeyin
Tüketiciyi Bilinçlendirmek Sen kimsin kardeşim; Milli Eğitim Bakanı mı yoksa ulu önder mi? Bu görevi kendine ne cüretle biçiyorsun? Hem tüketicinin bilinçsiz olduğunu nereden çıkarıyorsun? Zaten asker de üst düzey bürokrat da “bu insanlar kendi kendine bi halt edemez” deyip eziyor, üstüne bir de sen yükleniyorsun. Yazık bu millete. Bizim
Şimdi şaka gibi geliyor ama altmışlarda ülkede Türk pop müziği bestecisi yoktu, “aranjman” dinlenirdi, Doğumu yetmişlerde gerçekleşen Türk popunun miladı 1974 tarihli Toplu İğne yarışmasıysa, kısır başlayan seksenlerin ortalarında gelen “Ele Güne Karşı” ve “Sen Ağlama” albümleri de ikinci çıkış döneminin habercileridir benim gözümde. Öte yandan, Türk popunun patlayıp olgunlaştığı,
Geçen ay bir günlüğüne Almanya’ya fuara gittim. Akşam otele vardım ve yemeğe çıkana kadar odada yaklaşık 45 dakika CNN izledim. Rastladıklarım şöyle: “Angola’ya yatırım yapın” reklamı. Nijerya’nın imajını (corruption vs) düzeltme program tanıtımı Mısır’ın turistik tanıtım reklamları Air Malta vesilesiyle Malta’ya ve Malta’lı olmaya dair bazı değerlerin yüceltildiği bir reklam
Philip Kotler son kitabının ilk sayfasında değişen dünyadan bahsediyor ve en önemli gelişme olarak da “artık tüketici kral” diyor. Kitaba devam etmedim çünkü bu laftan bıktım ve doğru olmadığını düşünüyorum. Tüketicinin kelimenin gerçek anlamıyla kral olduğunu varsayarak yola çıkan, yani güç dengelerini hesaba katmadan sadece işini daha iyi, ya da
“Colgate Palmolive Pazarlama Müdürü” ünvanlı kartvizitimi tedavülden kaldırıp “Marka Danışmanı” yazanını cüzdanıma yerleştireli tam tamına on yıl oldu. Bundan bir ay önce de Marketing Türkiye dergisindeki ilk yazımın onbeşinci yılını idrak ettik. (Bir İnsan ilişkileri uzmanı; Marka Yöneticisi, Kasım 1991) Hayattaki önemli dileklerimden biri, reklamveren baskısıyla kovulmazsak, on beş yıl
Geçen ay yapılan Lovemarks konferansında salondaki Beyaz Türkler aşk markaları olarak Hürriyet’i seçti. Benim de aralarında bulunduğum jüri ise Arçelik’i tercih etti ama haberlerde Hürriyet ile birlikte anıldık. Yine geçen ay burada kendimce “başkasının ağzıyla” kaleme alıp eğlendiğim yazımda Hürriyet’le ilgili yaptığım espri (haliyle) herkes tarafından anlaşılmayınca konu hakkında iki
Ne oldu nasıl oldu bilmiyorum ama şu an itibariyle ülkemizin iki büyük gazetesinde reklam eleştirisi ya da iletişim yazısı (adı her neyse) yayınlanmıyor. Bu can sıkıcı durumun camiada yaratacağı boşluğu doldurmak amacıyla ve de reklamcının sırtından sopayı eksik etmemek kaygısıyla hemen durumdan vazife çıkardım. Bugün bu köşede reklam eleştireceğim. Sıradanlıkla
Martin Lindström adını bir kaç yıl önce “Brand Child” konferansı ve kitabı vesilesiyle duymuştum. Danimarkalı bir yeni yetmeden fazla beklentim olmadığı için konferansa gitmemiştim ama katılanlar olumlu şeyler söyleyince kitabını almış, kısmen okumuş ve de bazı projelerde yararlanmıştım. Sonra da kendisinin “çocuklara yönelik pazarlama” alanında uzmanlaştığını, uluslararası dev şirketlere danışmanlık
Son koltuk takımımızı on dört sene önce, evlilik hazırlığı yaparken gezdiğimiz mobilyacılardan birinden almıştık. Mobilyacıyı hatırlamasam da modelin adını unutmuyorum; Mustafa. Bir koltuk serisi için o dönem de oldukça garip bir isimdi. Tesadüfen o günlerdeki yöneticilerimden birinin adını taşıyan bu koltukların üzerinde on dört yıl boyunca tepindik, sekiz sene kadar