Dış ticaret dizimizin üçüncü bölümünde Avrupa pazarı hakkında görüş ve önerilerimi yazacağım. Aslında herkesin en iyi bildiği ve ihracatımızın en yüksek olduğu pazar AB ülkeleri. Tam da o yüzden, artık Avrupa’yı düz bir ihracat pazarı olarak görmenin ötesine geçip buralarda kalıcı olmayı ve katma değer yaratmayı teklif ediyorum. Avrupa pazarlarında
Geçen hafta Rusya ile başlayan dış ticaret serimize Asya ülkeleri ile devam ediyoruz. Çin’den sonra Asya’nın en fazla ithalat yapan iki ülkesi Kore ve Japonya’ya yönelik hiç pazarlama faaliyetinde bulunmadığım için onları pas geçeceğim ama kalite standartları, kuralları ile zor piyasalar olduğunu duyuyorum. Muhtemelen bu nedenle, ihracat rakamlarımız da düşük
Türkiye’nin ana ihracat pazarlarından AB ve ABD ile olan ticareti görece istikrarlı ama diğer ülkelerle olan ilişkiler ekonomik ve politik durumlara göre hızla değişebiliyor. Özellikle Orta Doğu ve Kuzey Afrika ile olan ticaretimiz siyasetten çok etkileniyor. Ancak, Libya, Mısır, Suriye vakaları tamamen politik olsa da örneğin Rusya ve İran ile
İş ve yönetime dair bir çok konuda olduğu gibi, kurumsal sosyal sorumluluk terimi de yirminci yüzyılda Amerika’da kavramlaştırılmış ve bir iş pratiği haline gelmiştir. Halbuki temelleri insanlık kadar eskidir. Sümer tabletlerinde işçilerin dinlenme saatleri vb hakları konusunda bilgiler yer almaktadır. Tüm dinlerde iş ahlakı ve toplumsal dayanışma konularında yönlendirmeler vardır.
Tabii ki Vehbi Koç, Nejat Eczacıbaşı gibi vizyoner liderler sayesinde bu işleri çok önceden bilen ve uygulayanlar oldu ama genel olarak Türkiye iş dünyası kurumsallaşma fikri ile seksenlerde tanıştı. Sayısı artan yabancı şirketler, küreselleşme, hayatımıza yeni giren yönetim kitapları, eğitimleri, konferanslar, medyada artan ekonomi gündemi filan…o aralar ciddi bir zihinsel
Kristal Elma reklam ödülleri doksanların başında çok önemli ve değerli bir etkinlikti. Tüm sektör törende buluşur, ödüller ve kazananlar uzun süre gündem yaratırdı. Zamanla jüriye ve seçim sistemine itirazlar başladı. Bazı ünlü reklamcılar boykot etti ve giderek etkisi azaldı. Sonra bir dönem seminerler ve konferanslarla zenginleştirildi ve ilgi arttı. Ama
On yılı profesyonel, yirmi yılı danışman olmak üzere otuz yıldır marka yönetimi üzerine çalışıyorum. Bu topraklardan dünya markası çıkar mı? adlı kitabım basılalı da on beş yıl oldu. Marka Danışmanları ve Yöneticileri Derneği başkanıyım. Değişik ortamlarda markanın önemini anlatmaya çalışıyor, bazen heyecanlanıyor, bazen hayal kırıklıkları yaşıyoruz. Şirketlerimizin global başarılarını görünce
Türkiye’nin daha zengin, daha demokratik ve daha güçlü bir ülke olması için kafa patlatan çok kişi var. Sadece okuyanlar, yazıp çizenler değil, sokaktaki insan da dünyada daha aktif, bölgesine hakim güçlü bir Türkiye hayalleri kuruyor. Statlarında “Avrupa Avrupa duy sesimizi” benzeri tezahüratlarda bulunulan kaç ülke vardır dünyada? Osmanlı’nın torunları istiyor
Seksenli yıllarda esen liberal rüzgarlarla KİT’lerin verimsizliği, özel sektörün enerjisi ve rekabetin güzelliği konularında eğitildik. Sonra da bunlar hayatımız girdi ve ülkemiz dünyaya açıldı, özelleştirmeler yaşandı, her alanda rekabet arttı. İhracat, sanayileşme ve kentleşme neticesinde milli gelir de arttı. Dolayısıyla 1980-2010 arasındaki ekonomik politikaları pek sorgulanmadı. Ancak son dönemde bir
Bizim kendimize has bir evde yaşam kültürümüz, güzel geleneklerimiz var ancak eve dair ürettiğimiz ürünler genelde Batı kaynaklı. Banyodan mutfağa, perdeden dolaplara neredeyse her şey dışarıda düşünülmüş. Kendimize, kültürümüze dair değerleri ürünleştirme ve markalaştırmada zayıfız. Ev terminolojimiz bile çok Fransız. Üstüne, Türkiye seramik, tekstil ve inşaat sektörlerinde dünya çapında rekabetçi