Son koltuk takımımızı on dört sene önce, evlilik hazırlığı yaparken gezdiğimiz mobilyacılardan birinden almıştık. Mobilyacıyı hatırlamasam da modelin adını unutmuyorum; Mustafa. Bir koltuk serisi için o dönem de oldukça garip bir isimdi. Tesadüfen o günlerdeki yöneticilerimden birinin adını taşıyan bu koltukların üzerinde on dört yıl boyunca tepindik, sekiz sene kadar önce kaplatık ve üzerinde iki çocuk büyüttük. Varın intikamın dozunu siz düşünün. Ve sonunda geçen ay evi taşıdığımızda koltuklar “bedava versen alınmaz” noktasına gelmişti. Verdik gitti.
Geçen zamanda yurdum mobilyacıları şekil olarak çok aşama göstermiş ama zihniyet özünde aynı. Aslında belirleyici olan mobilyacıdan çok müşterinin zihniyeti ve bu zihniyet bana neden bu topraklardan dünya markaları çıkaramadığımız sorusunun da cevaplarından biri gibi geldi. Yeni koltuk seçim sürecine pek katılmasam da Şebnem’in karar kıldığı modeli üretecek şirketle yaptığı son görüşmenin sonuçlanmasını beklerken önce fikri buldum, sonra yazımı çattım. Arada da yandaki kahveye gidip oynayan maçların dakika ve skorunu aldım.
Koltuk alım sürecinde, daha doğrusu son pazarlıkta dikkatimi çeken ve bana ilham veren şey üreticilerin olağanüstü esnekliği oldu. Ortada başarıyla tasarlanmış, üretilmiş ve bitmiş mobilyalar var ama gelen herkesle bunun nasıl modifiye edileceği üzerine bitmez tükenmez görüşmeler yapılıyordu. Şöyle gelip de “ben bunu olduğu gibi beğendim” diyen ya da sadece kumaşını değiştirmekle yetinen çıkmadı. Örneğin deri kaplamalı baza önce ahşaba çevriliyor, yuvarlak başlar köşeli hale getiriliyor, boyut değiştiriliyor, açılarla oynanıyor ve hemen her satışta bambaşka bir koltuk tasarlanıyordu. Arabadan getirilen kumaş numunelerine hiç girmiyorum. Öyle terzi işi bir tasarımcı değil, çok sayıda hazır modeli pazarlayan büyük bir mağazaydı gittiğimiz.
Bunlar olup biterken aklıma bizim ofisin kapı komşusunda abartmasız üç aydır süren dehşetli tadilat ve yaşadığım her binada sakinlerin yaptığı devasa modifikasyonlar aklıma geldi. Memlekette neredeyse kimse evinin planından memnun değil ve herkes bir şeyleri kırıp döküyor ve yeniden yapıyor. Tamam para ve zevk onun, istediğini yapar ama peki ne cüretle? Sorum bu. Hangi deneyim ve eğitimle bir mimarın yaptığı evi ya da tasarımcının yarattığı koltuğu değiştiriyorsunuz? Çetin Altan’ın “mesleksiz millet” olma tespitinin bir göstergesi de bu mu?
Reklamcılık da bir çok kişinin kendisini yetkin hissettiği alanlardan maalesef. Yıllar boyunca reklam ajansları tarafından müşteriye yapılmış yüzlerce sunumda bulundum. Ve gördüm ki gelen talepler şaşmaz bir biçimde “onun şusuyla bunun busunu” birleştirmek üzerine kurulu. Sunulan üç alternatifin birinin logosuyla öbürünün başlığını ve bir diğerinin renklerini birleştirip sonuca ulaşıveriyor bizim müteahhitler.
Halbuki tasarım bir bütün. Yapanlar, ki işin uzmanı oluyorlar, bir denge gözetmiş ve ortaya ancak birlikte kulanıldığında bir anlam ifade eden bütün çıkarmış. Şimdi sen onun içinden bir şey çıkarınca o şey eski şey olmuyor ki artık. Koltuğu kısaltınca büyük ihtimalle ayaklar büyük kalıyor, onu küçültünce de başka bir faul…
Ülkede herkes mimar, şaka değil bir etrafa bakın. Herkes hukukçu, mahkeme basıp kendi adaletini sağlıyor. Herkes teknik direktör, herkes reklamcı ve herkes tasarımcı olabiliyor. O zaman işini iyi bilene hakkını vermek yerine herkes kendi çözümlerine yöneliyor. Bir çok işi kendi yapıyor. Uzmanlaşma gelişmiyor. Bu topraklardan da dünya markası çıkmıyor.
Nasıl bağladım ama mevzuyu? Şimdi bir çok reklamcı dostum bana sempati duymuştur. Bu yazıyı duvara asıp müşterilerinin dikkatine sunma ihtimali de var. O zaman alın aşağıdakini de başka bir yere yapıştırın.
YTL Yeniden
Sanırım bu köşede reklamlarda LİRA yerine YETELE denmesini eleştiren üçüncü yazım. Merkez Bankası Yeni Lira iletişimi için hiç bir şey yapmadı. Halkımız da bir sene kadar “milyon” demeye devam etti. Ancak bu sene iş dönmeye başladı ve 2006 yazı itibariyle sokakta “lira” hakimiyet kurdu. Dolmuşta, pazarda, işportada ağırlıkla lira deniyor. Büyük rakamlarda “milyar” ve “trilyon” devam etse de sokak, reklamcılara rağmen yeni liraya alıştı. Bundan eminim çünkü sürekli oralardayım.
Reklamlarda ise YETELE demeye devam ediyoruz. Resmi makamların hiç iletişim yapmadığı bir ortamda sorumlu davranması gereken reklamcılar halkın dilinde olmayan bir lafı pompalamaya devam ediyorlar. Eskiden “TEELEE” mi diyorduk da şimdi “YEETEELEE” diyoruz? Reklamlarda neden lira demiyorsunuz? Hiç mi sokağa çıkmıyorsunuz? Bir hafta gezin ve sokakta bana YETELE diyen bir adam bulun, konuyu kapatayım. Belki yanlış düşünüyorum ama bir tepki/cevap da alamıyorum. RYD ya da herhangi bir metin yazarı bana yanıldığıma dair iki satır yazabilir mi?
Yoksa yukarıdaki iki konuyu birleştirip şu sonuca varacağım; Galiba herkes hak ettiğini (sizin durumda müşteri) buluyor.
Bültenlerim tam gaz gidiyor.(Bkz; www.sistems.org)