Ürün odaklı fabrikasever Türk sanayicisinin iş modeli uzun yıllar şöyleydi; Yurt içinde veya dışında gördüğün bir ürünü aynen kopyala, piyasadaki genel kabule uygun bir isim koy ve üret. Her ilde iyi bayiler bul ve pazarlamayı onlara teslim et. Duruma göre reklam çek. Duruma göre fiyat kır. Sonra yeni ürünler çıkar ve hepsine de farklı markalar ver. Sonra? Yine yeni ürünler çıkar… Aynen futbol takımı yöneticilerimizin “transfer” dışında bir oyun alanı olmaması gibi. Ürün ürün ürün…
Tabi zamanla gelişme de gösterdik. Kimi sanayiciler ürünü burada geliştirmeye başlayıp adına inovasyon dedi. Hiç yoktan iyidir dedik. Yurt dışına açıldık ama orada da kuralı bayiler koydu, biz kanalı yönetemedik. Markasız, yatırımsız fasoncu zihniyetle ihracatı artırdık. Ona da sevindik ancak ortalık biraz karışınca o da tıkandı. Danışmanlar, stratejistler, yaratıcılar ve bilumum entellerin baskısıyla kalburüstü sanayici farklılaşma ve odaklanma konularında bugün bir yerlere gelse de fikri/konsepti geliştirip sonra ona uygun ürün portföyü oluşturanlar hala istisna. Kamu ise çok daha geride. Belediyeler, kent ileri gelenleri ve TOKİgiller konsept, doku gibi soyut kavramları anlamaktan henüz uzak maalesef.
Bu konuda 2009 yılında aynı başlıkla bir yazı yayınlamıştım. O yazıda, doku ve konsept gibi soyut konuları anlatmada neden zorlandığımızın tarihi nedenlerini İlber Ortaylı’dan şöyle alıntılamışım:
Türk inkılâbı teknik eğitime daha eskiden başladığı için olsa gerek, mühendislik konusunda nihaî başarıya ulaşmıştır. Türk inkılâbı tababet konusunda da nihaî başarıya ulaşmıştır. Bugün Türkiye mühendislik ülkelerinden birisidir, çok yakında da tababet, hekimlik ülkelerinden birisi haline gelecektir. Öte yandan Türk inkılâbı içtimaî ilimler ve tarih sahasında kendisini tamamlayamamıştır.” (Avrupa ve Biz-2007)
Selim Tuncer “Beni ne doktorlar mühendisler istedi” başlıklı yazısında tamamlamış;
Yıllardır memleketi yöneten kalkınmacı partiler, mühendisler ve yönetimde ortaklığı bir türlü bırakmayan askerlerin ellerindeki çözüm araçlarının neler olduğu Türk eğitim sisteminin gelişim süreci ve bu sistemin yetiştirdiği insan kaynağının formasyonundan bellidir. Türk ekonomisinin de neden bu kadar üretim odaklı, fabrikaperest, fuarsever, hacimlere ve büyüklüklere bu kadar takıntılı olduğunun cevabı bence burada gizlidir. “Soft power” yerine “hard power”, zeka yerine kurnazlık, ikna yerine iddia, iletişim yerine propaganda, birey yerine kitle, insan gibi çalışmak yerine ölümüne çalışmak, pazarlama yerine satış, adil ve serbest rekabet yerine münhasırlık anlaşmaları, eş düzeyli ilişki yerine tahakküm, özgünlük yerine taklit, soyut yerine somuta neden bu kadar meraklı olduğumuzu da cevaplıyor bu…(Gennaration-2008)
Cengiz Özdemir dönemin Taksim meydanı tartışmaları çerçevesinde kentsel dönüşüm projelerinin arka planındaki tarihsel mirası da aynı şekilde izah ediyor;
Bu durum belediyeciliği AVM, Butik Otel, Meydan- Cadde açma üçgenine sıkıştıran zihniyetin bir yansıması. Tarlabaşı, İstiklal Caddesi ve nihayet Taksim’deki kentsel dönüşüm projelerinin temel açmazı budur. Kimseye danışmadan alınan kararlar gelecek kuşakların sosyal hayatını, yaşam tarzını etkiliyor, yönlendiriyor. Paris’in asfaltlı meydanlarına hayran olan zihniyet o meydanları oluşturan mimari dokuyu, o dokuyu oluşturan yaşam kültürünü görmezden geliyor. Yoksulları kovalayıp AVM tapınakları dizerek şehri dizayn ederseniz 50 yıllık periyotlar halinde kompartımanlaşmış, birbirine yabancılaşmış nesiller yetiştirirsiniz. Ziya Gökalp’in deyimiyle “kaideci fakat an’anesiz bir toplum” oluruz.
Burada benim gördüğüm kritik mesele özgüven patlaması. Yıllardır birinci kuşak sanayicideki aşırı özgüvenin dünya markaları çıkarmada yarattığı engeli yaşıyor ve anlatıyorum. Çünkü işi sıfırdan buralara getiren bu saygıdeğer ağabeylerimiz deyim yerindeyse “her şeyi biliyor”. Aynı özgüvenin bugün kentleri dönüştüren siyasi kadrolarda göründüğünü üzülerek söylüyor Profesör Uğur Tanyeli:
Bana kalırsa kenti tarihsel planda düşünmenin argümanı bu olmalı: Yıktığımız her şeyin yerine daha iyisini yapacağımıza emin miyiz? Cevap hayır olmalı. Gelin görün ki kamu otoritesini temsil eden hiç kimsenin kendi yapacağının daha iyi olacağından en ufak kuşkusu yok. Bu nasıl bir özgüvendir anlamakta zorlanıyorum. (Rüya, İnşa, İtiraz kitap söyleşisi)
Tarihin bu döneminde Türkiye’de dokuyu, konsepti anlatmanın çok güç olduğu aşikar ama gelecek kuşaklara olan sorumluluğumuz gereği ısrarla ve sabırla bu çabayı sürdürmemiz lazım. Çünkü işin muhatapları henüz soyutlama becerisinden uzaklar ve işin kötüsü, bunun farkında değiller.
Diye bitirmişim 2009 yılında.
Bugün durum daha mı iyi? Hayır, tam tersine yukarıda bahsettiğimiz özgüven giderek kibire dönüştü ve bunun sonucu olarak ülkede toplumsal gerginlik de arttı.
Ama biz doku ve konsept anlatma yönündeki iyi niyetli çabalarımızı sürdüreceğiz. Sürdürmemiz gerek. Bu amaçla 2014 yılı sonunda Marka Danışmanları ve Yönetici Derneği’ni (Marka Konseyi) kurduk. Bu yılın Mayıs ayında genel kurulu yaptık ve yönetimi seçtik. Sonrasında seçim, tatil, ekonomik ve siyasi sıkıntılar nedeniyle fazla sesimizi çıkartamadık. Eylül ayından itibaren memlekete tekrar doku ve konsept anlatmaya çalışacağız. Umarım yine seçim atmosferinde arka planda kalmaz. Ve umarım bazı siyasiler kısır tartışmaları aşıp bu tür konuları da gündeme taşırlar. Çünkü bizce bugün memleketin esas meselesi ekonomik gelişme ve katma değer yaratma. Orta gelir tuzağından kurtulma. Bunun için de ülkenin markalaşma potansiyelinin ateşlenmesi çok kritik. Buna inanıyor ve bunu savunuyoruz. Her zaman ve her ortamda da savunmaya devam edeceğiz.