Eskişehir’e giderken otobüsümüz Bozüyük otogarına girdi az önce. Bu yıl (hızlı tren başlamadığı için mecburen) defalarca Eskişehir’e otobüsle gittim ama İlk defa görüyordum bu yeni otogarı. Eskisinin belki on katı büyüklüğünde, heybetli. Ama boş. Benim de ilk kez görüyor olmamdan anlaşılacağı üzere, çok verimli bir yatırım gibi görünmüyor. Bozüyük otogarında beklerken, Türkiye’nin değişik il ve ilçelerinde son yıllarda yapılan ve çoğu atıl görünen devasa otogarlar aklıma geldi ve bu yazıya başladım.
Ülkenin belli başlı otogarlarının eski hallerini biliyorum. İzmir’in bir değil iki öncesini hatırlıyorum mesela. Sonra ne oldu? Seksenli yıllarda otobüs taşımacılığı hızla yükselince modern otogarlar yapmak bir moda haline geldi. Bütün il ve ilçe idarecileri birbirinden gördü, iş bir furyaya dönüştü. Doksanlar ve iki binlerde her yer modern, büyük otogarlarla doldu.
Şimdi çoğu boş, atıl. Çünkü aynı dönemde bir başka gelişme yaşandı. Otobüsle uzun yol taşımacılığı pazarı doksanlardan itibaren büyümedi. Yıllık 100 milyon rakamında sabitlendi. Ne büyüdü? Öncelikle otomobille ulaşım, iki binlerde ise uçak. Sanırım 2010 sonrasında da hızlı tren büyüyecek. Yan tarafta 2008 yılında bir müşterimiz için yaptığımız tablo var. (2010 sonrası tahmin ama istersek iki günde güncelleriz) Grafikler olanı biteni net olarak gösteriyor. Bunu gören ve anlayan birilerinin otogar yatırımlarına dur demesi gerekmez miydi zamanında?
Kimse demedi ve tesisler birbirini takip etti. Peki sorun ne? Sorun, Türkiye’de kimsenin böyle bir pazar öngörüsüne bağlı planlama yapmaması. Siyasilerin işine gelmiyor olabilir böyle çalışmalar. Yap tesisi geç. Profesyonellerin, bürokratların bu tür analizleri yapacak donanımları olmaması, olana da para vermemeleri bir başka konu. Ama her halükarda olan şu; Yap otogarı, yap kongre ve kültür merkezini, yap kavşakları, yap statları, yap üniversiteyi… Hem oradan avantanı götür, hem de millet seni icraat/hizmet yaptı sansın. Neredeyse bütün kamu yatırımları böyle. Talebi ölçen var mı? Yok.
Kamu böyle de özel sektör farklı mı? Çok ulusluların ve kurumsal yerellerin olduğu alanlarda bilimsel pazar öngörüleri yapılıyor ama yerellerin hakim olduğu alanlarda kararlar yine geleceğe değil, bugüne bakarak alınıyor. Örneğin gayrimenkul piyasası. Şu an talebin çok üzerinde lüks konut ve karma yaşam projeleri yapılıyor. Çoğu satmayacak, satsa bile alanlar yatırım için aldığı için oturum olmayacak. Tamam, sitelerde sorun fazla büyük değil, kiracı bulamazsan aidatı ödemezsin ama AVM’lerde sıkıntı büyük. Giderek de artıyor. Sokak perakendeciliğinde de öyle. Hiçbir fizibilite yapmadan şubeler ardı ardına açılıyor. Bütün yerel marketler “biri gelip hepimizi toplasa” derdinde.
Üretim de farksız. Ülkede temel gıda ve tüketim ürünleri alanında talebin ortalama 4-5 katı üretim kapasitesi var. Konya Torku güzel örnek mesela. Ellerinde para var, gidip yeni şeyler yapacaklarına, küresel oyuna dahil olacaklarına en bilinen, en garanti temel gıda sektörlerine dünya kadar yatırım yaptılar. İç pazara yönelik süt, et, yağ fabrikaları kurdular. Hem de devasa ölçülerde. Fizibilitesi ve memlekete bir faydası yok.
Babam toptancıydı. Babamın toptancılık yaptığı zamanlarda toptan-perakende birlikte icra edilir, Tahtakale örneğindeki gibi küçük dükkanlar yeterdi. Bu öngörüyle İstanbul’da Rami toptancılar çarşısı inşa edildi ama bittiğinde toptancılık nitelik değiştirmişti. Artık daha büyük depo ve park alanları gerekiyordu. Bu amaca yönelik olarak İSTOÇ yapıldı ama orası da bittiğinde toptancılık başka bir evreye (distribütörlük) geçmişti. İSTOÇ da planlandığı işi göremedi, oyuncakçı ve plastikçiler çarşısı oldu. Perpa da bir başka plansız proje örneğidir.
Bunun sebebi, yıllardır anlattığım “tezgahtar yaklaşımı” dır. Türk iş adamı da bürokratı da olanı görür, geleceği değil. Hayal kuramaz, öngörüde bulunamaz. Memlekette şu an ne satıyorsa ona yatırım yapar. Yerli oto hayali de bu şekilde öngörüsüzdür, ne bileyim Kanal İstanbul projesi de… Biri Kanal İstanbul projesi sonrasında boğazdan geçecek tanker/gemi projeksiyonu yaptı mı acaba? Zor, çünkü biz olimpiyatın ucu görünmeden olimpiyat stadı yapmış bir milletiz. Yöneticilerimiz “çalışmaktan” düşünmeye vakit bulamaz…
Aynı şekilde, İstanbul’un üçüncü havalimanının da fizibilitesinden emin değilim. Ortada sorumsuzca uzatılmış bir grafik var sanki. Kaldı ki, bundan on-yirmi sene sonra havacılığın, havalimanlarının çok farklı olabileceği yönünde çalışmalar var. Ama kocaman binaları yapmak bugün için çok avantajlı. Yapana da yaptırana da. Örneğin İzmir İç hatlar terminalinde de aynı duyguya kapılıyorum. Çiğli’den itibaren yüzlerce kez İzmir’e uçmuşluğum var, bu yeni terminalin nasıl dolacağı konusunda ciddi kuşkular içindeyim. Çünkü benim bildiğim İzmir hattının o kadar yolcusu yok. Olmaz da…
Bu yıl hükümetin iki bakanı aynı tabloyu sundu iki farklı toplantıda. Milli gelir ve çalışan nüfusun ortalama eğitim süresi. Haliyle dünyada eğitim süresi arttıkça gelir de artıyor. Demek ki Türkiye’nin milli gelirini artırmak için ne yapmak lazım? Her yeri üniversite ile doldurmak. Öyle de yaptılar. Gururlular ama bu da lineer bir yaklaşım. Daha çok üniversite mezunumuzun olması daha müreffeh bir ülkeyi garanti etmiyor. Geçmişte üniversite mezunu azdı ve bir üniversite bitiren büyük ölçüde yırtardı. Bu bakışla her yer dev üniversite binalarıyla doldu ama onlar da benim gözümde otogarlardan farksız. Tek fark şu; Otobüs patronları pek isyan etmez duruma, ancak üniversite mezunu işsizlerin toplumsal arıza çıkarma riskleri çok fazladır. Gezi mezi durumları… Aman dikkat.