Esas Sorun Merkezi Yerleştirmede 25.11.2013

1979 yılında 532 puanla ODTÜ Endüstri Mühendisliği bölümüne girdim. Ailem çok mutlu oldu ama bazı akrabalar “senin puanın tıbba da tutuyormuş?” diye yaptığım tercihin yanlış olabileceğini ima ettiler. Çünkü o dönemin en popüler işi doktorluk idi ve Hacettepe dışındaki tüm tıp fakültelerine girebiliyordum. Ama ben doktor olmak istemiyordum. Bir arkadaşım Boğaziçi Tarih bölümüne girdi ve tıp/mühendislik tercih etmediği için çok eleştirildi. Ama çocuk tarih okumak istiyordu.  Geçen otuz yılda benzer binlerce vaka yaşandı kuşkusuz ve hayata yönelik tercihler giderek bir optimizasyon problemine dönüştü. Puanın nereye yetiyorsa oraya…

Dershaneler konusunun bir anda tekrar gündeme oturmasının arkasındaki siyasi hesaplaşma çok konuşuluyor ama ortada bir sorun olmadığını da kimse söyleyemiyor. Ben bu soruna 2010 yılında piyasaya çıkan İleri Dönüşüm Kutusu adlı kitabımda bir öneri getirmiştim. Kitap satmadığı için fikir orada kaldı. Bugün güncelleyip ve genişletip tekrar açıklama ihtiyacı duydum. Çünkü herkes mevcut sistemin iyi olmadığının farkında ve çoğunluk dershane kapatma dışında bir çıkış arıyor.  Belki önerim bir ışık yakar. Kitabımda özetle şunu söylemiştim; Tüm sınavları ve yerleştirmeyi merkezi yapma ısrarından vazgeçin, her okul öğrencisini bildiği gibi alsın. İsteyen merkezi sınavları kullansın, isteyen özel sınavlar yapsın. Okullar kendilerini farklılaştırsın, öğrenciler sevdikleri işi yapsın.

Çok mu radikal? O zaman ufku genişletelim ve geçen yüzyılın başına sarıp gerekçeleriyle inceleyelim.

Milli Meselemiz; Merkezileştirme ve Kontrol Refleksi

Genç Türkiye Cumhuriyeti korkular içindeydi. Oynak bir coğrafyada ekonomik ve siyasi gücü olmayan taze bir devletti. Gericiliğe, etnik unsurlara ve azınlıklara karşı kuşkular içindeydi. Bu paranoyada haksız da değildi. Çok milletli, çok kültürlü cihan imparatorluğundan elinden kalanlarla bir Türk milleti imal etmeye çalışıyordu. Haliyle tepkiler alıyordu ve bunları sertlikle bastırıyordu. O yüzden her şeyi tek elde toplamaya, tek merkezden yönetmeye eğilimliydi. Öte yandan, yirminci yüzyılın ilk yarısında neredeyse bütün dünya böyle yönetiliyor, her yerde “ulus”lar imal ediliyor, cetvelle sınırlar çiziliyordu.

Dolayısıyla tüm cumhuriyet yöneticileri her şeyi merkezileştirmeyi giderek bir refleks haline getirdiler. Önce bölünme, iktidarı kaybetme korkusuyla hareket ettiler, zamanla “biz olmazsak bunlar bir şey beceremez” şeklide güvensizliğe dönüştü bu duygu. Bir general “memlekete komünistlik gerekirse onu da biz getiririz” veciz cümlesiyle işi zirveye taşıdı. Devleti yönetenler milletine ve hatta bürokratına hiçbir zaman güvenmedi ve toplum mühendisliği projeleri hiç bitmedi bu topraklarda.

Vilayet sistemi çarpıcı bir örnektir mesela. Her il ve ilçede işler olabildiğince vali ve kaymakam aracılığıyla yürütülmeye çalışıldı uzun süre. Özal’ın yerel yönetim devrimi işi biraz değiştirse de bugün hala çok “merkeziyiz”. Kendi konumla ilgili bir örnek vermem gerekirse, bugün bir kentin markalaşmasıyla görevli ve yetkili kişi validir. O yüzden dillere pelesenk olmasına rağmen hiçbir kentimiz markalaşma, kimliğini netleştirme konusunda bir adım atamamıştır. Çünkü bu işin doğal muhatabı, patronu belediye ve ticaret odası başkanlarıdır. Farklılaşma, odaklanma, çarpıcı iletişim mesajları verme konusunda oraya bir süreliğine tayin edilmiş bürokrattan bir şey beklemek ise hayaldir.

Mesela Türkiye’de medya da ulusaldır. Yerel medyanın esamesi okunmaz. Reklam pastasından pay alamazlar ve bu yüzden gelişemezler. ABD başta olmak üzere dünyanın bir çok yerinde ise yerel medya ulusal medya kadar güçlüdür. Aslında işin doğası budur ama bizdeki bölünme paranoyasının bir başka sonucu da sağlıksız medya yapısı olmuştur. Cumhuriyet tarihi boyunca idari konuları Ankara’ya, ticari işleri de İstanbul’a yığmak ve tek elden kontrol etmek kağıda yazılmamış bir devlet politikası olarak sürdürülmüştür.

Konumuza dönersek…

Türkiye’de yetmişlere kadar üniversiteler kendi sınavlarını kendi yapar, İTÜ’yü kazanabileceğini düşünen öğrenciler İTÜ sınavına girer, bir milyon kişi aynı yarışta lüzumsuz yere debelenmezdi. Sonra ne olduysa merkezi sınavlar ve yerleştirmeler hayatın her alanına yayıldı. Belli ki birileri okul yöneticilerine güvenmemişti. Belki o gün için haklı sebepleri de vardı ve neticede takip eden kırk senede yediden yetmişe test çözer bir ülke haline geldik. Daha da kötüsü, hayatımıza dair pek tercih yapamadan test puanımızın gerektirdiği okullara mecburen girmeye başladık. Babam beni tıp fakültesi için zorlamamıştı ama son kırk senede kim bilir kaç milyon genç aile veya çevre baskısıyla istemediği alanlara yöneldi. Kızım beş sene tenis oynadıktan sonra geçen sene SBS nedeniyle bir yıl tenise ara verdi. Şimdi yeniden başlatamıyoruz çünkü arkadaşlarından geri kaldığını düşünüyor.

Merkezi sınav ve yerleştirme sistemi yetmedi, bir de askeri dönemde YÖK’ü icat ettik. Çünkü okullarımıza, bunları yöneten insanlara güvenmedik. Bunlar beceremez, sağa sola sapar, çalar çırpar diye her şeyi merkezileştirdik. Şimdi Türkiye’nin yapması gereken merkezi yerleştirme sisteminden vazgeçip okulları serbest bırakmaktır. Halkına, bürokratına, özel okul yöneticisine güvenmektir. İsteyen hala merkezi yerleştirme sisteminde kalabilir ama kendine güvenen her okul istediği gibi alsın öğrencilerini. Farklılaşmak isteyen göstersin kendini serbest rekabet ortamında. Eskiden tüm okullara bizzat gidip ön kayıt yaptırmak çok meşakkatli idi ancak günümüzde internet üzerinden bunlar kolayca halledilir.

Sınavlara gelince. Merkezi sınavlar sürebilir. Devletin denetiminde güvenilir test sınavları yapılabilir hala ama isteyenin kendi sınavını yapmasının da yolu açılmalıdır. Kendine, adına güvenen kişi ve kurumlar her alanda derecelendirme yapabilmeli. Örneğin Müjdat Gezen veya Yılmaz Erdoğan yetenek sınavları yapıp öğrencileri puanlayabilir. Bir grup yazar bir sınav merkezi kurup kendilerine gelen isimsiz metinleri puanlayabilir. Özel sektörde deneyim kazanmış, işe eleman alırken bir çok testler yapan kişiler veya kurumlar sunum becerilerinden grafik tasarıma bir çok alanda bağımsız sınavlar yapabilirler. Buralarda iltimas, torpil, parayla puan verme gibi şeyler olabilir mi? Evet olabilir ama bunlar bir vadede doğal eliminasyon yoluyla sıraya dizilirler. Daha iyi sınav yapıp güvenilir sonuçlar sunan kurumlar itibarlı üniversitelerin tercih listesine girer, diğerleri de aşağılarda ticaretini sürdürür.  Hem siz Müjdat Gezen’in yeteneksiz bir çocuğa para vs için daha yüksek puan vermesini bekler misiniz? Ben beklemem. Ustanın verdiği puana güvenirim. Ayrıca her lise veya üniversite kendi sınavını, mülakatını yapar isterse. 2001 yılından beri ders verdiğim Anadolu Üniversitesi iletişim Fakültesi 2004 yılında yetenek sınavı değil merkezi sistemle öğrenci almaya başlayınca öğrenci kalitesi anlamlı şekilde düşmüştü.

Bu sistemde ÖSYM sınavları sürer ama isteyen çok değişik alanlarda istediği testi yapar. (Buna da sınır koymak isteyen bürokratlar çıkarsa biraz kurala itirazımız olmaz.)Üniversiteler de kendi hedeflerine uygun olarak hangi sınavları tercih edeceklerini belirler. İsteyen kendi yazılı, sözlü, test sınavlarını yapar. Peki burada iltimas, torpil, para konuşmaz mı? Konuşur illa ki. Ama bir vadede herkes layığını bulur. Bol paralı zengin öğrencileri alan okullarla gerçekten başarılı öğrencileri alanlar hızla ayrışır. Dünyada da böyle. Ünlü bir okulun marka değerini sömürüp alımda iltimas yapan yöneticiler bir süre sonra bu marka değerindeki düşüşün hesabını verir. Çünkü millet bunu hemen anlar. Kimse enayi değil.

Merkezi sınavın faydası yok mu?

Günümüzde iyi bir liseye veya üniversiteye girmenin bu kadar kıymetli olmasının sebebi geçmişte buralardan mezun olanların hayatını bir şekilde garantiye alması idi. Özellikle ülkede üniversite mezunu kısıtlı idi ve üniversiteyi bitiren bir şekilde yırtardı. Türkiye Cumhuriyeti İstanbul ve Ankara dışındaki ilk üniversitesini İzmir’de 1955 yılında açmıştır mesela. O yüzden, yetmişlerde az sayıdaki değerli üniversitenin girişini birilerine bırakmak riskli olabilirdi. Dolayısıyla merkezi sınavların milli kabul görmesinin sebebi akla gelen en adil yöntem olmasıydı. Belki o gün için doğruydu. Ama bugün her şey değişti.

Günümüzde her yer üniversite. Bir üniversite bitirmek hiçbir şeyi garanti etmiyor. O yüzden okulları kendi haline bırakmanın eskisi gibi büyük bir riski yok. Yüzlerce iş görüşmesi yapmış bir kişiyim. Son on senede ODTÜ, Boğaziçi gibi hiçbir saplantım kalmadı çünkü artık bunlar belirleyici değil. İyi adam her yerden çıkıp kendini belli ediyor. Liselerde de öyle. Marka liselerin başarısının en önemli nedeni oraya zaten yüksek puanlı öğrencilerin girmiş olması. Yoksa oralarda eğitimin daha iyi olduğu garanti değil. Ama ne oluyor, çocuklar sırf puanları tuttu diye evlerinden uzak liselere gidip vakit ve nakit kaybediyorlar.

Okulları serbest bırakırsak bir vadede taşlar yerli yerine oturur. Bir kısmı paralı öğrencinin peşinde koşar, öyle isim yapar. Bir kısmı hakikaten en iyi fen öğrencilerini alır ve öyle ünlenir. Bir kısmı da sosyal yönüyle… Hırslı, hevesli okul müdürleri, rektörler kendi okullarını belli alanlarda markalaştırır ve emeğinin karşılığını alır. İş dünyası bir süre sonra nereden ne kalitede ve yetenekte öğrenci çıkacağını anlar. Ve emin olun, böylesi serbest bir sistemde endüstrinin, iş dünyasının istediklerine daha yakın mezunlar verilir.

Öte yandan, bir milyon çocuk aynı yarışa girip kendini telef etmez. Kendine güvenen Robert’in sınavına girer, futbolcu olmak isteyen o yöne döner. Nihayetinde dershaneye olan kütlesel ihtiyaç azalır. Dershanelerde uzmanlaşma artar. Daha işe yarar kurumlar haline gelirler, bu kadar sorgulanmazlar.

Bunun için tek ihtiyacımız biraz cesaret ve güven.

Yorumlar
Bütün Yorumlar.
Yorumlar