Ben doğduğumda Beşiktaşlı olan ailem, öncelikli olarak düşündükleri Can ismini (Fenerli Can Bartu nedeniyle) eleyip 1962 yılının gol kralı Beşiktaşlı Güven Önüt’ün adını bana uygun bulmuşlar. Bu da bana muhtemelen Çarşı Grubu liderlerine bile kısmet olmayacak damardan bir Beşiktaşlılık hikayesi yazma fırsatı veriyor. Peki damarlarımı kesseniz siyah-beyaz mı akıyor? Bazen evet ama genelde kırmızı ağır basıyor. Bu yazımda taraftarlık müessesesine marka değeri ve sadakati açılarından bakacağım.
Eskişehirspor ben üç yaşındayken kurulmuş. Babam da üç yaşından itibaren beni maçlara götürdüğünü söylüyor. Yani gözümü Es-Es ile açmışım. Futboldan anlamaya başladığım yıllarda kırmızı şimşekler ligin tozunu atıyorlardı ve haliyle Eskişehirspor taraftarı olarak büyüdüm. Yetmişlerin başındaki o efsane dönem de marka sadakatinin içini dolduran hikayeyi fazlasıyla verdi. Beşiktaşlılık meselesi ise evdeki sohbetlerde dile getirilen bir hoş anı idi sadece.
Seksen dokuzdan sonra İstanbul’da yaşamaya başlayınca bir futbolsever olarak muhtelif maçlara “tarafsız taraftar” sıfatıyla gittim. Eve yakın olduğundan Saracoğlu’na çok gitsem de Fener’e hiç sempati duymadım o günlerde. Çünkü Beşiktaş ve Galatasaray daha iyi yönetim modelleri sergileyip biri içeride diğeri dışarıda istikrarlı başarılar gösteriyorken Fenerbahçe yıldız transferleri ve hakemler üzerine kurulan AliŞenvari baskılarla başarı kovalıyordu.
Süleyman Seba döneminde felsefesi, takım anlayışı, yönetim tarzı netleşen Beşiktaş’a sempatim arttı ve Serdar Bilgili dönemini de kapsayan bir süre İnönü’ye müdavim oldum. Üç yıl da kombine bilet aldım. Bebekliğimdeki isim hikayesinden çok, o döneme ait marka değerleriydi beni Beşiktaş’a bağlayan. Bir de eve yakınlığı. Çarşı Grubu da Türkiye’de sağlam bir felsefesi, marka değerleri olan tek taraftar örgütlenmesi belki de.
Ancak bugün Demirören Beşiktaş’ına çok uzağım. Ortada ne bir değer kaldı ne felsefe. Fenerbahçe Seba Beşiktaş’ından ders çıkarmaya çalışırken Beşiktaş Ali Şen modeline döndü. Yıldız transferleri ve hakem işleri. Bugün EsEsliyim ama Şenol Güneş’e ve Aykut Kocaman’a duyduğum sempati nedeniyle Trabzon veya Fener’in şampiyonluğunu GS veya BJK’ye tercih ederim. Ancak son dönemde artan demeçlerin bu sempatiyi bitirme ihtimali de yok değil.
Peki nedir bu oynak durum? Bende bir gariplik olmalı değil mi? Adam dediğin bir takımı beşikten mezara kadar tutmalı. Peki, bir Mercedes tutkunu kendisini hayal kırıklığına uğratan bir Mercedes aldıktan sonra dahi o markaya sadık kalmalı mı? Ya da çok sevdiği sanatçının yüz kızartıcı bir suç işlemesinden sonra da posterlerini asmaya devam mı etmeli? Kolay sorular değil. Futbolda marka değerinden çok söz ediliyor ancak taraftarlığa pek öyle bakılmıyor. Taraftarlık biraz vatandaşlık gibi. Seni ömür boyu bağlayan bir şeyler var. Büyük ölçüde haklısınız. Ama kulüpler de bu mezara kadar taraftarlık meselesine çok güvenip markayı sokağa bırakmamalılar.
Bunun bir çözümü var mı? Kulüplere deterjan/çikolata muamelesi yapamayacağımız kesin ama hala markalaşma adına gidilecek biraz yol görünüyor. Spor kulüplerinin marka değerlerini, felsefelerini oluşturmaları, yazılı veya sözlü anayasalar haline getirip başkanların şahsi inisiyatifleriyle değiştirebilecekleri şeyler haline gelmemelerini sağlayacak tedbirler almaları ilk akla gelen. Kolay değil, yapılması yıllar sürer ama bir yerden başlamalı. Taraftarlarını sadece iki renk veya sportif başarıyla değil, başka soyut değerlerle bağlamaları gerekiyor.
Avrupa’nın köklü kulüpleri değerlerini geçmiş politik hareketlerden almışlar. Milan, Roma, Liverpool kırmızı renkleriyle işçinin, solun takımlarıyken Inter, Lazio, Everton mavi renkleriyle sermayenin takımları olmuşlar. Bugün sağ-sol ayrımı kalmasa da “you’ll never walk alone” şarkısı işçi sınıfı dayanışmasından feyz alır ve Liverpool Chelsea’den “solda” durur.
Anadolu takımlarının kentlerinden aldıkları değerler var. Trabzonlu, Kayserili, Bursalı ve Eskişehirli olmanın ayrıştırıcı noktaları, değerleri var ve buradan bir marka kimliği tasarlamak daha kolaydır. Ancak İstanbul’daki taraftarlarının yüzde doksanı göçmen olan FB/GS/BJK markalarının değerlerini, felsefelerini ayrıştırmak o kadar da kolay değil. Fenerbahçe’de biraz Kadıköylülük ve keyif, Beşikaş’ta biraz daha adalet duygusu ve aidiyet, Galatasaray’da biraz daha mekteplilik, snobluk, dışa dönüklük var ama bunlar manifestolaşmış şeyler değil. Kulüp yönetimleri bunları tartışma, ayrıştırma ve netleştirme konularına ciddi mesai harcamalılar.
Hep denir ye “hiç kimse Fenerbahçe’den (ya da Beşiktaş’tan, Galatasaray’dan) büyük değildir” diye. Bu gerçekten de böyle olmalı. Yöneticilerin, teknik direktörlerin karakterleri, şahsi tercihleri koskoca markaların kimliğini oradan oraya savuramamalı. Bunu belki yöneticiler tasarlamalı ama esas itibariyle taraftar sahiplenmeli. Seba döneminde altyapıdan yetişmiş kendi çocuklarının birlikte uyum içinde oyunuyla kolej takımı gibi görülen ve buradan bir marka değeri yaratmaya başlayan Beşiktaş’a Fenerbahçe’nin ve Portekiz’in artıklarını toplamayı marifet sanan hovarda bir başkan seçilmesi söz konusu dahi olmamalı. Yazımın Beşiktaş’ın son aldığı kötü sonuçlarla bir bağlantısı olmadığı açık sanırım. Uzun soluklu bir şeylerden bahsediyorum. ABD başkanlığı gibi, kim gelirse gelsin politikanın ana hatları belli olmalı. O mekanizmalar kurulmalı, kurumsallaşmalı. Geçmişte Ali Şen değerleri nedeniyle sevmediğim Fenerbahçe’ye bugün Aykut Kocaman nedeniyle sempati bakıyorum ama Fener son dört maçı kaybetseydi iş başka bir noktaya gelecekti. Ne yazık ki şu dönemde başkanlar kulüp markalarından büyük.
Lütfen taraftara peşinden koşacağı, inanacağı değerler sunun ve burada tutarlı davranın. Tribünleri de daha ilginç, eğlenceli hale getirin. Bakın görün iş sadece skora bağlı kalmayacak o zaman. Siz de rahat edeceksiniz.